9 Aralık 2015 Çarşamba

SELAM DÜNYALI BEN DOSTUM


(ALL dergi, Nazlı Alaca moda editörlüğünde Mars*Bir Aşk Hikayesi* çekiminden)

Bu defa, Onur Baştürk ve Mert Vidinli’den biraz rol çalmış gibi olacağım ama, DB Berdan defilesi öncesinden birkaç izlenim paylaşmak istiyorum. Estetik algısı yüksek ve işleri iletişim olan onca sektör insanının tuhaf tavırlarına, hala daha şaşırıyorum.

DB Berdan defilesi için Bomonti Hilton’dayız. Tam olarak nereye gideceğimi bilmiyorum. Otelin lobisinde bir grup topuklu ayakkabı sesi yankılanıyor, kendi sürümü bulmuş bir koyun gibi onlara doğru ilerliyorum. Hep birlikte asansöre biniyoruz. Ben merhaba diyorum, gözünde güneş gözlüğü olan birkaçından ses yok, çok sevgili Mehtap Elaidi ve Sahra Katoğlu’yla selamlaşıyoruz. “Maritsa” Meriç Küçük beliriyor, sanki içerideki gergin enerji binmesine engel oluyormuş gibi son anda asansöre atlıyor. Her zaman çok kibardır Meriç, “Nasılsınız?” diye soruyor, ben de “İyiyiz, siz?” diyerek, aramızdaki bu aşırı kibarlığa gerek olmadığını vurgulamaya çalışıyorum ama benden başka kimse buna gülmüyor. 

Defile alanına girdiğimizde bir takım kameralar var. Bir muhabir, yine güneş gözlüklü bir adamla konuşuyor. Onu bir yerlerden çıkarıyorum ama emin değilim. Sonra birisi, “Hakan Bey fotoğraf çekilebilir miyiz?” diye soruyor. Televizyondaki “O Tarz Benim, Şu Tarz Senin” ya da adı her neyse, yarışma jüri üyelerinden biri olduğunu anlıyorum. Sonra yanımdan Demet Akalın geçiyor (onun kim olduğunu çok iyi biliyorum tabii ki), Gül Gölge Saygı yine her zaman olduğu gibi müthiş havalı görünüyor. Keşke ofisteki yedek topuklu ayakkabımı giyseydim diye düşünüyorum. Kendimi biraz kısa ve O Ses Türkiye’deki Gökhan Özoğuz gibi hissetmeye başlıyorum. 
Podyum alanında, o avuç kadar moda ahalisi yine sevgi saçıyor etrafa. Ve bir klasik, herkes birbirini tanıyor ama tanımıyormuş gibi davranıyor. İşin komiği, az önce söylediğime katılacağına emin olduklarım da, aynı vaziyette. Neyse ki ön sıra sorunu yok, yeterince yer var. Sanırsınız, New Yok Fashion Week. Fakat benim en sevdiklerimse “önce o bana selam versin” grubu. Göz süzmeler, uzaktan bakmalar, karşıdan selam verilirse hemen bir gülümsemeyle geri dönüş yapmak için suratlara yapıştırılmış gülümseler ve hazırda bekleyen “Ah! Tanıyamadım! Saçına ne yaptın?” gibi cümleler.  Peki ya dedikodu? Yan masadan duyduklarım, dergi ve sıfat değiştiren editörlerin, eski iş ve dergi arkadaşlarına selam vermedikleri minvalinde. Bu bana biraz tuhaf geliyor çünkü ben bu aralar, hem dergi hem de sıfat değişikliğine gitmiş bir moda insanı olarak, yeni işimi tebrik edenlerden çok tebrik etmemeye çalışanların ve “daha dün duyanların” tavırlarına anlam vermeye çalışıyorum.   

Ana okulundaki diyalogları aratmayan “sansasyonel” camianın büyüsünden kendimi sıyırıp defileye dalıyorum. DB Berdan yine uzun zamandır olduğu gibi; çokça deli ve sıra dışı. Onun buraya değil, Londra Moda Haftası’na ait olduğunu daha önce de başka yerlerde yazmıştım. Sektöre girdiğinde çoğumuz tarafından -gizli de olsa- eleştirildi. Biraz fazla çılgın bulundu yaptıkları, diyelim. Ama bu anne-kız ikilinin tasarım anlayışları, otantiklikleri, vizyonları ve istikrarları, benim diyen kimi Türk modacılarda eksik olan şeyler aslında. Hayat tarzları ve yaklaşımları sizinkine uymayabilir ama ortada yıllardır yürüyen ve satan bir marka varsa, orada başarıyı görmek gerekir. Ötekileştirilmeye bir hayli açık olan DB Berdan markası, kimi zaman ötekileştirerek enerji toplayan moda sektörünü bir araya getirdi o gün. Benim aklımaysa şu cümle geldi, “Selam Dünyalı biz dostuz!” Sonuçta sevgili moda ahalisi, aynı uzayda yaşıyoruz. Ve bu uzayda birkaç gezegen var. Hepsi birbirinin aynı ve hepsinde hayat var. Bu zamana kadar ötekileştirmek ya da -mış gibi yapmak bizi nereye götürdü?

Grazia 2015

27 Kasım 2015 Cuma

SAKİN OL VE O BALMAIN’İ SAKİNCE YERE BIRAK


Anlaşılan o ki lüksün ne olduğuyla ilgili kafamız oldukça karışık. H&M’in 10 yıldır başarılı bir şekilde sürdürdüğü işbirliklerinin sonuncusu, görülmemiş bir kaosu ve birkaç soru işaretini beraberinde getirdi. 

Geçen Perşembe H&M Balmain koleksiyonunun ön satışında kitlesel bir histeri yaşandı. Herkes çılgınca bu meşhur işbirliğinin bir parçasına sahip olmak istiyordu. Fakat ortaya çıkan görüntü maalesef ne #Balmanation’ı andırıyordu ne de cooldu. İnsanları bu delice tüketime iten nedenleri tartışabiliriz ya da H&M işbirliklerinin artık şekil değiştirmesi gerektiğini de. Markanın kalite algısını anında yükselten bu işbirlikleri, lüks kavramının yeni halini de sorguluyor. Lüks sektörü hep orada olacak elbette ama belki de şekil ya da satış stratejisi değiştirerek yenilenecek. Çünkü yeni rakipleri artık hem birbirleri, hem de hızlı modaya hizmet eden Zara, H&M ve Mango gibi diğerleri. Bu markalar artık lüks markaların sahip oldukları prestiji koklayabiliyorlar, onlar da ünlü isimleri kampanya yüzleri yapıyor, meşhur yönetmenlerle reklam filmleri çekebiliyorlar. 

H&M, bu zamana kadar daha çok giyilebilir parçalarla oluşturdu tasarımcı işbirliklerini. Fakat bu defa sırada taşlı, işlemeli, abartılı ve kimileri için ‘avam’ olan parçalarıyla meşhur Balmain vardı sırada. H&M’in bu zamana kadarki seçimlerinden Balmain’e en yakın örnek olan Versace işbirliğinin ürünleri, söylenene göre, dünya çapında tüm mağazalarda 30 dakika içinde tükenmişti. Ancak o zaman yıl 2011’di ve dört içinde moda çok değişti. 
Balmain’i kıyafetlerinin kalitesiyle değil, daha çok bilinç altımıza ustaca yerleştirdiği ünlü isimlerle birlikte anıyoruz. Kanye West, Kim Kardashian ve ailenin diğer üyelerinin Balmain’e ne kadar aşık olduğunu ve bu isimlerin kitleleri öyle ya da böyle nasıl etkilediklerini biliyoruz. H&M’in Balmain’i seçmiş olmasında, modanın geldiği dijital ve sosyal noktanın en iyi temsilcileri olan bu isimlerin, büyük rol oynamış olabileceğini söylemek doğru olabilir. 
Unutulmayacak bir “hızlı-moda anısı” olarak hafızlarımıza yer edecek olan H&M Balmain alışveriş partisi, “like”ların ve tüketimin doğru orantılı gittiğini kanıtlıyor. H&M hızlı moda dünyasındaki krallığını, dijital dünyanın gücüyle birleştirip, rakiplerini kıskandıracak tarihi bir birlikteliğe imza atıyor şimdi. Satılan kıyafetlerin dikişleri, kumaş kaliteleri tartışılır elbet. Ama marka bir kere daha ne kadar vizyon sahibi olduğunu ve içinde bulunduğu döneme ne kadar müthiş bir hızlı evrilebildiğini bir kere daha gösterdi. Kısa bir süre sonra gerçek lüks neredeyse tamamen deneyime dayalı olacak. Bu hamle, “imaj her şeydir mottosunun” en hard-core hali dijital dünyada etkisini yitirmeden hemen önce, bir hızlı moda markasının yapabileceği en akıllıca şeydi. 

Ve son olarak, dün geceki Contemporary İstanbul açılış partisiyle birlikte, H&M Balmain’in alışveriş çılgınlığını bir kere daha hatırlayalım şimdi. İnsanların galeriler arası gezmek için birbirini ezdiği o gecede, bu defa high-fashion bir markanın kıyafetlerini almak için değil, son yılların modası “sanat” parçalarını Instagram’da paylaşmak için yarışılıyordu. Tüketimin geldiği noktayla ilgili çok şey anlatan bu iki durumla sizi baş başa bırakarak, aradan çekiliyorum. 

25 Kasım 2015 Çarşamba

ZAMANIN RUHU: MICHAEL KORS



“Moda hiç olmadığı kadar demokratik şimdi ve bence bu kesinlikle harika çünkü herkesin ayakları yere basıyor!” Ulaşılabilir modanın efendisi Michael Kors, tüm samimiyeti ve yüksek enerjisiyle, mutlu ve güçlü kadın olmanın inceliklerini anlattı. 

Michael Kors’la röportaj yapmanızı isteseler ne yaparsınız? Sizi bilmem ama ben sakin olmaya çalıştım ve heyecanımın onunla ilgili merakmın önüne geçmesine izin vermedim, uzun mu uzun bir soru listesi çıkardım. Dünya modasının en cool ve giyilebilir siluetlerinin yaratıcısı, enerjisi adeta kelimelerinden fışkıran bu acayip adam, en tuhaf sorularıma bile sıkılmadan cevap verdi. Okuyuculara ve yüksek moda camiasına olan saygımdan, birkaçını çıkardım, bir çoğunu tuttum. İddia ediyorum, Michael Kors’un Grazia röportajı, kendisiyle yapılmış röportajlar arasında bu zamana kadar yapılmış en kapsamlısı olabilir! Stil sahibi olmak için kaç parça gerekir? Lüks onun için ne demektir? Rahatlamak için ne yapar, hangi iki şeyi bilerek unutur? En kötü yanını söyleyebilecek kadar açık olabilir mi peki? Bir dahaki Scream Queens izleyişinizde, dünyanın öbür ucunda Michael Kors’un da izliyor olduğunu bilmek bile, onun ulaşılabilir olması ile ilgili çok şey anlatıyor bence. Stil düşkünü kadınların sevgilisi Kors, merak ettiklerinizi, merak etme ihtimaliniz olanları ve bir takım ciddi moda sorularını cevapladı. 

Her zaman kadınlara çok yakın duran bir tasarımcı oldunuz ve büyük ihtimalle o yüzden size bayılıyorlar. Bu size nasıl hissettiriyor? 
Bir tasarımcı olarak işimin kadınları iyi hissettirmek olduğunu düşünüyorum. Her zaman söylerim, tasarımcının en önemli özelliği empati kurabilmesi olmalı. Ve yolda ya da kırmızı halıda ne zaman üzerinde Michael Kors’uyla kendini iyi hissettiği her halinden belli olan bir kadın görsem, işte o an en büyük ödül benim oluyor. Bu işimi yaptığımı gösteren en iyi şey. Çünkü günün sonunda moda aslında sizi mutlu eden bir şey olmalı. 

Erken gençliğinizde oyunculuk dersleri aldığınızı biliyorum. Oyunculuk ve sinema aşkınız tasarımlarınızı nasıl etkiledi? 
Village’da bir süre oyunculuk eğitimi aldım ama sonra ne dans edebildiğimi ne de şarkı söyleyebildiğimi fark ettim. Yani bu benim için doğru bir kariyer yolu değildi. Üstüne üstlük oyunculuk okuluyla ilgili sevdiğim şeyin aslında Manhattan’da olmak olduğunu fark ettim! Sınıftan çıktığım an tek istediğim şey alışveriş yapmaktı. Broadway aşkım ve şov dünyası beni hiç ter etmedi. Harika bir film sizi anında başka bir dünyaya taşıyabilir ve bu kesinlikle müthiş ilham verici. Karakterin saçını toplama şeklinden renklere ve siluetlere kadar tüm detaylar bir koleksiyona ilham verebiliyor. 

Ulaşılabilir lüksle ilgili ne düşünüyorsunuz? Sizce ulaşılabilir kelimesi lüks ile bir araya gelebilecek bir sözcük mü?
Moda hiç olmadığı kadar demokratik şimdi ve bence bu kesinlikle harika çünkü herkesin ayakları yere basıyor! Küçük bir grup olan moda ahalisi şimdi global bir birlik gibi! Ulaşılabilir ve lüks kelimeleri tüm dünyada insanlar için farklı şeyler ifade ediyor bence. Kimileri için lüks bir tasarımcı parfümü ve bir markayla tanışmalarının ilk adımı. Kimileri içinse defileden sıcağı sıcağına gardıroplarına giren bir koleksiyon parçası. Ama şu kesin ki lüks, herkes için özel bir şey. 

Bugünün hızlı modasında, moda ve stille nasıl ayak uydurmalı?
Ben asla trendler tasarlayan bir tasarımcı olmadım ve müşterilerime her zaman şunu söyledim, eğer bir trend üzerinizde iyi durmuyor ya da hayat tarzınıza uymuyorsa bırakın gitsin! Bence kadınlar özgüvenleri yerinde olduğunda en iyi görünüyorlar ve bu sadece üzerlerindeki giysinin içinde rahat olduklarında olabiliyor. 

Tasarım sürecinde nasıl çalışıyorsunuz? Mesela ofise kapanıyor musunuz merak ediyorum? İşin içinde ne kadar eğlence var? 
Kendini bir odaya kapatıp bir ay boyunca delice tasarım yapan tasarımcılardan asla olmayacağım. Moda zamanın ruhuyla doğrudan ilişkili ve bence bir tasarımcı etrafındaki dünyayla sürekli olarak ilişki içinde olmalı. Bu her yaratıcı insan için geçerli. Ben önce kıyafetlerimi giyen kadınları düşünüyorum. Şu an hayatında neler oluyor? Neler görüyor, neler izliyor ve nerelere seyahat ediyor? Sonra asıl önemli olan, onun neye ihtiyacı olduğunu ondan önce kavrayabilmek. Ve bunun için ben de seyahat ediyorum, her şeyi izliyorum, her şeyi okuyorum ve bu bir süre sonra bir oyuna dönüşüyor. Yaratım sürecim asla sıkıcı değil ve evet, işin içinde her zaman eğlence var. 

Defileleriniz de her zaman çok neşeli ve iyi hissettiriyor. Modellerin yüzü gülüyor. Onlara defile öncesinde ne söylüyorsunuz? 
Modellerin her zaman diğerlerine göre daha doğal, daha romantik ve daha özgür görünmelerini seviyorum. Ve bence rahat ve özgüveni hissettiklerinde eğleniyorlar ve işte o zaman kıyafetler harika görünüyor. Onların kendi kişiliklerini katmalarını istiyorum. Her zaman küçük notlar yazarım defile öncesinde hazırlandıkları alana, “Büyüleyicisin! Rahat ve cool ol! Kendini süper hisset! Çok şık olduğunun farkında ol! Güçlü ol! Güzelliğin efsanevi! Harika bir şova imza at!”

Yeni jenerasyon modelleriyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Mesela Kendall Jenner ve Gigi Hadid sizce günümüz modasını ne anlamda temsil ediyor? 
İkisiyle de çalıştım ve bence harikalar. Onların varlığı, röportajın başında da söylediğim gibi modanın daha demokratik olduğunun bir kanıtı. Ve içinde yaşadığımız sosyal medya dünyasında insanlar, Instagram’dan, Snapchat’ten ya da televizyondan tanıdıkları yüzleri kıyafetlerimizin içinde görmek istiyorlar. 

Glamour ve jet-set markanızın temelini oluşturuyor. Onları değişen moda dönemlerine nasıl uyguluyorsunuz? Mesela şimdi her şey biraz daha sokak, biraz daha rahat ve cinsiyet bükücü. 
Markanın DNA’sına her zaman sadık kalmaya özen gösteriyoruz. Biz hareket halindeki kadınlar için “glam sportswear” tasarlıyoruz. Bence ne olursa olsun, kadınlar her zaman işe yarayan ama aynı zamanda harika duran kıyafetleri tercih ediyor. Ve eğer vizyonunuza sadık kalırsanız ve dünyayla bağınızı koparmazsanız, her şey doğal bir şekilde yerine oturuyor. 

Kendinize karşı dürüst müsünüzdür? En iyi taraflarınızı ve kötü olduğunuz yanlarınızla yüzleşebiliyor musunuz? Sizi siz yapan şeyleri merak ediyorum. 
Şöyle söyleyeyim: Ben bir Aslan burcuyum. Sadığım. Aynı zamanda çok meraklı, empati kurabilen, hoş görülü ve pragmatik bir insanım ki bu bir çok kişiyi şaşırtabilir! Ve kesinlikle bir yerde uzun süre kalamam, benim kesinlikle sürekli hareket etmem lazım! 

30 yılı aşkın süredir sektörde var olan biri olarak söyler misiniz, moda şu an nasıl hissettiriyor? 
Moda endüstrisi sürekli değişiyor ve evriliyor. Onu heyecan verici kılan da bu. Internet ve sosyal medya insanların modaya olan bakış açısını çok değiştirdi. Moda hiç olmadığı kadar hızlı ama dünyadaki diğer her şey de öyle. Şimdi yüzlerce binlerce takipçimiz defilelerimizi online olarak izleyebiliyor. Bu harika bir şey! 

Yakın zamanda yaptığı röportajların birinde Scandal dizisinin yıldızı Kerry Washington, diğer tasarımcılar onu henüz giydirmiyorken sizin ona çok uzun bir süre destek olduğunuzu söylemişti. Oyuncularla her zaman çok yakın bir ilişkiniz olduğunu biliyoruz. Bu ilişki sizi nasıl etkiliyor? 
Oyuncularla ilgili en sevdiğim şey onların ruhları. Bu kadınların her biri çok tutkulu. Dünyaya kim olduklarını ve kim olmak istediklerini göstermekten korkmuyorlar. Ve bense onların neye ihtiyaçları olduğunu, ne istediklerini duymaktan acayip keyif alıyorum. Onlar çoğu müşterimden daha hızlı hareket ediyorlar ve çoğu zaman da onlar bana çok şey öğretiyorlar. 

Peki hangi dizileri izliyorsunuz? Hangi oyuncular var radarınızda? Sizi eğlence dünyasında neler heyecanlandırıyor? 
Son favorim Scream Queens. House of Cards, American Horror Story, Homeland, Scandal ve Theater Talk’a bayılıyorum! Kate Hudson, Angelina Jolie, Jennifer Lawrence, Emily Blunt, Benedict Cumberbatch, Neil Patrick Harris ve Ryan Gosling’in büyük fanı olduğumu söyleyebilirim. Ve mutlaka haftada bir ya da iki defa Broadway’de oyun izlemeye giderim.     

Studio 54 dönemini deneyimleyen biri olarak günümüz eğlence dünyasını nasıl görüyorsunuz? 
Ben bir popüler kültürü delisiyim! Her zaman merak içindeyim, dolayısıyla izlemeyi, okumayı çok seviyorum. Ve tabii şimdi DVR, Hulu, Netflix sayesinde mutlaka izleyecek yeni bir şeyler oluyor. Hafta içi genelde dışarıda yemek yiyoruz, evde yemek pişirmiyoruz. Herkesin bahsettiği o yerlere gitmeyi seviyoruz ve sonra müdavimi olduğumuz mekanlar oluyor ve sürekli aynı yerlere gitmeye başlıyoruz. Büyük bir şehirde yaşadığınızda sıkılmanızın imkanı yok!   

Gerçek stili arayan kadınlara tavsiyeniz ne olurdu? 
Sezonlarca giyeceğinizden emin olduğunuz parçalara yatırım yapın. Harika bir kaban, kaşmir bir kazak, sizi iki beden ince gösteren bir jean ve lüks bir çanta. Annem bir defa şöyle demişti, “her şeyi sade ve rahat tut. İstikrarlı ol.” Bence bu söyledikleri hala geçerli. Ayrıca her şey üzerinize mükemmel oturmalı. 

Ruhunuzu nasıl besliyor, nasıl dinleniyorsunuz? Ruhsal çalışmalar size nasıl geliyor? Mesela yoga ve meditasyon desem...
Benim için hiçbir şey kumsalda, elimde onlarca dergi, iPod ve son çıkan bir biyografi kadar rahatlatıcı olamaz. Ayağım kumun altında, ve önümde engin mavilikler... Bunlar beni her zaman mutlu etmeye yetiyor. Ajandasız ve telefonsuz...

Grazia 25 Kasım-1 Aralık 2015

11 Kasım 2015 Çarşamba

SUPERMAN OLMAK LAZIM BAZEN


Çok fazla fotoğrafçı, çok fazla sylist ve çok fazla blogger var. Ve o kadar çok ana akım, bağımsız, alternatif ve online yayın var ki, nicelik bir kenara, hepsi kabul görüyor. Moda sektöründe çalışmak yetmez, peki fark yaratmak için ne gerekiyor?

Bundan 10 yıl kadar önce çalıştığım bir dergide, stajyere ilk görevini veriyoruz. Elliden fazla ürün çekilecek, o da fotoğraflanacak giysilerin iyi göründüğünden emin olacak. Aradan birkaç gün geçiyor, stajyer telefona çıkmıyor ve yayın yönetmenine mail geliyor, “Moda dergisinde çalışmanın böyle bir şey olduğunu düşünmemiştim. Bu şekilde çalışamam.” O sırada derginin moda editörü, asistanı benzer bir sebeple ayrıldığından, elinde giysi dolu torbalarla içeri giriyor. Bense Milliyet’in arşiv odasında ciltlenmiş gazete kupürleri arasında geçirdiğim saatleri hatırlatıyorum. O stajyer şimdi, takip edilen bloggerlardan biri. Kısmet deyip geçelim ve asıl soruya gelelim. Moda sektöründe çalışmak aslında nasıl bir şey?

Sektörde çalışmak, üç ayakkabı, bir çanta ve etiket merakından daha fazlası tahmin edersiniz. Eğer maddi olarak kendinizi geçindirmek gibi bir derdiniz varsa ve bunun için moda sektörünü seçtiyseniz, işiniz biraz zor. Farklı dengeler/dengesizlikler ve ego savaşları, küçücük bir pazarı daha da zor hale getiriyor çoğu zaman. Kaosun içinde mükemmelliği arayan bir grup insanın yürüttüğü, dev ve global bir makine gibi düşünün endüstriyi. Nefes alacak vakit yok. Tasarımcılar çiziyor, stylistler ürün seçiyor, editörler yazıyor. Eğer niyetiniz doldurup-boşaltmak yerine fark yaratmak, Avrupa standardına yaklaşmaksa, “kafayı kırmalısınız” belki de biraz. Bu sektörde çalışmak için bir hayli deli, fazlasıyla hayal gücü geniş ve işine aşık olmalısınız. Görünen gerçek, bir süre sonra her şeyin değişeceği. Hep aynı şarkıyı söylüyormuşum gibi duyulmak istemem, ama otantik ve hareketli olmamız gereken bir döneme çoktan girdik bile. 

Moda sektöründe çalışmak ama kalabalığın içinde kaybolmamak için, öncelikle gerçekten ilgilendiğiniz bir alanda staj yapın ve çok çalışmaya kendinizi hazırlayın! Yazmaya erken yaşta başlayın ve yaptığınız en ufak işi ciddiye alın. Sosyal medyanın önemini çok iyi kavrayın, kendinizi birkaç adım ilerisine görmek üzerine eğitin. Eşsiz bir özelliğiniz olduğunu, bir konuda diğerlerinden daha iyi olduğunuzu düşünüyorsanız, kendinizi göstermenin zamanı gelmiş olabilir. Yapacağınız şey her neyse, yeni ve taze olması gerektiğini unutmayın.  Ve hem sektöre yeni girecekler hem de yenilenmek isteyenler için birkaç dost tavsiyesi; Bir işi çok uzun zamandır yapıyor olmanız -özellikle moda gibi sürekli değişen bir meslekte- o konuda herkesten iyi olduğunuzu göstermez. “Büyüklüğünüzü” unutun! Şimdi en çok dinlenmesi gereken daha genç olanlar. Kazık bağlamayın; arkanızdan gelenlerin yolunu tıkamayın. Kimseyi küçümsemeyin. Yeni dünyanın verdiği “birlik” mesajını yanlış anlamayın; kümeleşmeyin. Klanınızda kendi küçük dünyanızı yaratıp, tüm evreni çözdüğünüzü sanmayın. Saygı gösterin, dinleyin ve esneyin. Eğer moda sektörüne olur da giriş yaparsanız, dünyayı kurtarmadığınızı her zaman hatırlayın. Kendi kendinizin Superman’i olsanız yeter.

Grazia 11-17 Kasım

TÜRKİYE'DE ERKEK GİBİ YAŞAMAK





Trabzonspor başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun "Gerekirse adam gibi ölürüz, kadın gibi yaşamayız," açıklamasını aslında çok yakından tanıyoruz. Peki bu kalıp Türkiye’de kadın olmanın mı, erkek olmanın mı altını çiziyor? 

Geleneklerle biçimlendirilmiş, ataerkil bir toplumda yaşayan bir erkek olduğunuzu hayal edin. Büyürken üstün olduğunuz söyleniyor, homofobik yetiştiriliyor, maço olmaya zorlanıyorsunuz. Duygularınız ve kim olduğunuz başkalarının elinde, yakışıklı toplum maskeniz değişiyor. Ana kuzusu da olabilirsiniz, aslan gibi de, maganda da, taş fırın erkeği de, delikanlı da, kılıbık da... Erkekliğini ispatlamalısın, milli olmalısın. Detaylarda boğulmalısın. Sapık damgası yememek için bir bara yalnız girmemeli, klozet kapağını indirmelisin. Her şey alnında yazılıdır aslında. Büyüdüğünde çalışmayan/işsiz karına, çocuğuna, annene-babana sigorta, sevgiline sponsor olmaya hazır olmalısın. Canın sıkılırsa içebilirsin, yıkabilirsin, dövebilirsin, aşağılayabilirsin, dağıtabilirsin ama asla bir kadın gibi ağlamamalısın. 

Türkiye’de erkek olmak, kadın olmaya göre kolaydır. Ama Türkiye’de kadın da, erkek de olmak zordur. Kadınların namusunun, bekaretinin erkeklerin denetimi altında olması trajik bir tabudur. Kadınların toplumsal yaşamda aşağılanmaları ve ikincil plana itilmeleri, yaşamsal tüm yükün erkeklerin sırtında olmasına sebep olur. Bunca güce rağmen, kadınlar olmadığında çoğunlukla acizdirler. Ne yemek pişirmeyi bilirler, ne çocukların altını değiştirmeyi. Askere gitmek ve aile geçimini sağlamak kurtulamadıkları yükümlülükleridir. Tüm bunların altında ezildikçe ezilirler. Ezildikçe saldırganlaşırlar. Bazen ev işlerine yardım etmek dokunur, bazen de sürekli yemeği ısmarlıyor olmak. Siniri kadından çıkarmak serbesttir.  

Türkiye’de erkekler, en az kadınlar kadar ataerkilliğin olumsuz sonuçlarından etkilenmektedirler. Ataerkilliğin kaçınılmaz sonucunda, erkekliklerini kendilerine ve diğerlerine sürekli olarak kanıtlamak zorundadırlar. Amcalara gösterilen pipilerin travmaları ceplerinde, erkek arkadaşlarıyla fazla samimi olmazlar, eşcinsel olarak etiketlenmekten korkarlar. Kız olmaktan kötü, eşcinsel olmaktan hallicedir erkek olmak. Bilinçaltlarındaki maço enselerindedir. Ve bunca baskı ve beklenti altında haliyle, “ibnelik yapmak, erkek gibi yemek, adam gibi olmak, kadın gibi kırıtmak veya kadın gibi yaşamamak gibi” saçma deklarasyonlarda bulunurlar, hem de hiç düşünmeden. Düşünmezler çünkü bu seksist tavır onların DNA’sına işlemiştir neredeyse. Ülkenin en entelektüel adamları bile, işte bu yüzden sevgililerini, eşlerini aşağılar, döver, aldatır, maç izlerken rahatsız ettiği için tuvalete kilitler. Bu erkekler her yerdedir. Mesela bir yayın evi sahibi, kızdığı erkek arkadaşına tokat atamayacağı için, o erkeğin kadın ortağına tokat atar. Delikanlı bir imaj çizen Twitter fenomeni erkek, karısını ve çocuğunu unutup, daha genç kadınlarla birlikte olur. Yazar olan başka biri, inançlarını bir yana koyar, ilhamını yuvasından değil, başka genç kadınlardan alır. Popo, meme ve kadınlık organı gibi kelimeleri, kalem, silgi, kağıt gibi sıradan kelimeleri kullanırcasına harcarlar. Şakayla karışık bir, “Sus ulan!” vardır ağızlarına yapışmış. Kadın benzer bir tavırla yaklaştığında, “arkadaşlarımın önünde benimle böyle konuşamazsın!” temalı kalıplarda acımadan boğarlar. Ve kadınlar için büyük önem sarf eden konular, kadınlar tarafından değil de, erkekler tarafından tartışılır, kararı sizin için onlar verir. Kadın ne giymelidir, evde mi oturmalı yoksa çalışmalı mıdır, hamile kalınca sokağa çıkabilir mi gibi. 
Bu normalleştirilmiş çifte standart dünyasında öyle bir gerçek vardır ki yalnız, Sayın Hacıosmanoğlu’nun tepkisi de dahil, tüm bu önemsiz meseleleri unutturur insana. Erkekler kadınları çok severler! Ölesiye, öldüresiye.

Grazia 11-17 Kasım 2015

28 Ekim 2015 Çarşamba

STATÜ MESELESİ



Giyinmenin öylesine bir eylem olmadığı konusunda hala hem fikir olamadıysak, dikkatinizi iki parçaya çekmek isterim. Rahat ayakkabılar ve külotlu çoraplar, sandığınızdan çok fazlasını anlatıyor olabilir. 

Stilin, moda aşkının ve giyinmeyi sevmenin dışında, statü sembolüdür kıyafetler. Ama şimdi giysilerin kişinin önüne geçmesi değil, mütevazı görünmek moda. High-fashion ve low-fashion’ı birbirine yedirmek “in”. Etiket haysiyeti “out”. Artık herkes, gerçek olanın ve hikaye yaratanların peşinde. Tüm bunların farkında olsanız da, iki sıradan görünebilecek seçim, statü hevesinizle ilgili satır arasında çok şey anlatıyor. 
Phoebe Philo’nun başını çektiği rahatlık sendromu, terlikler ve spor ayakkabılarla birlikte girdi dünyamıza. Moda ahalisinin yüzüne bakmadığı Birkenstock’lar bir anda moda oldu mesela. Alt kültür ikonu Vans ayakkabıların her yıl artan popülaritesini hayretle izliyorum. Beyaz spor ayakkabıyı bir ara sadece hipster’lar giyerdi, hatırlar mısınız? Şimdi Adidas Stan Smith ve beyaz Reebok, Nike’yi bile solladı. Stil sahibi olmak, acayip moda. Kendi elimizle kayıt altına aldığımız hayatlarımızdaki en önemli şey, görsel anlamda tatmin edici olmak. Sosyal medya sayesinde herkes, 15 saniye ve katlarında, bir nevi ünlü olmanın tadına varıyor. Buna ek olarak, moda sektöründe çalışmak da, ünlü olmakla ilişkilendiriliyor. Fakat her zaman, beklenen standartlarda iyi görünmek çok zor, çünkü hayat pahalı. Özellikle de ayakkabılar! Sokak modası fotoğraflarında gördüğünüz tipler gibi görünmek, tepeden başlayıp aşağı inene kadar çok kolay. Sıra ayakkabılara gelince, eğer ayağınızdaki bir “statement shoe” değilse, stil gurularınca ciddiye alınmayabilirsiniz. Çünkü ayakkabı bir görünümü yükseltmek için tek başına yetebilir, ama tüm emeğinizi çöpe de atabilir! Ve tam o noktada spor ayakkabılar yetişiyor imdada. Yaratılan yeni görsel algıyla, yani spor trendiyle, sadece bir spor ayakkabıyla cool moda insanına dönüşmek çok kolay! 
Yüksek moda klanına kabul edilmek için ikinci görsel oyunsa külotlu çorap giymemek. Kışın çorapsız olduğunuzda, bloklarca yürürken çok üşümüş ya da toplu taşımayı kullanmış bile olsanız, az önce Uber’den inmişsiniz hissini tek hamlede verebiliyorsunuz. Sosyal statünün yanında, fiziki olarak da sınıf atlıyorsunuz: Bacaklarınızı gizlemediğinize göre, mutlaka pilates ya da yoga yapıyor ve taze orman meyveli yulaf ya da avokadoyla güne başlıyorsunuz.  
Aynayı globalden kendimize doğru döndürecek olursak, estetik algının git gide yok olmaya yüz tuttuğu bir toplumda, insanların görsellikle ilgili bu kadar endişeleniyor olması insanın içine su serpiyor bir yandan. Herkesin yaşamak istediği kendine. Efsane kostüm tasarımcısı Edith Head’in bir lafı vardır, “Eğer doğru giyinirseniz, hayatta istediğiniz her şeye sahip olabilirsiniz.” Kıyafetler ve giyinmek anlamsız değildir. Aksine, kapı açmanın dışında, direkt ya da dolaylı olarak hep bir anlam gizlidir altında. Hangi kapıdan girmek istediğiniz ve ne mesaj vermek istediğinizse, tamamen sizin elinize. Ya da giysilerinizde mi demeli?

Grazia 28 Ekim-3 Kasım 2015  

21 Ekim 2015 Çarşamba

OYUNU SEVEN SAYSIN



Oy ve Ötesi oluşumunun derdi, özgür iradenin seçim sonuçlarına doğru yansıması. 1 Kasım Pazar günü televizyon karşısında seçim sonuçlarını izlemekten başka bir planınız yoksa, gönüllü olmamanız için hiçbir engel yok. Demokrasi çok güzel, gelsenize! 

İki hafta önce, ilk defa sandık müşahitliği yapmak için sandık.oyveotesi.org adresine tıkladım. Kayıt sistemi görev alacağım ilçeyi sorduğunda, Kadıköy’ü işaretledim. Gönüllüye en az ihtiyaç duyulan yerlerden biriydi büyük ihtimalle ve bunu çok iyi biliyordum. Başka bir ilçeyi yazamadım çünkü stres eşiğimin düşük olmasından, seçim günü sandık başında endişeme yenik düşmekten korkuyordum. Kaydımı tamamladığım saniyede, Kadıköy’ü işaretlediğime pişman oldum. 
Oy ve Ötesi ekibi gönüllüleri ile yapacağım röportaja giderken, telefonum çaldı. Arayan bir “gönüllüydü”. Bana Kadıköy’den çok, diğer ilçelerde daha fazla ihtiyaçları olduklarını söyledi. Görev yerimi Pendik olarak değiştirdiğimde içime dolan huzuru ve gerçekten bir şeyler yapacak olmanın mutluluğunu, Oy ve Ötesi ekibinden Müge Murat ve Zeynep Sanıgök’e anlattım. Anladım ki yalnız değilim, hatta daha doğrusu yalnız değiliz.  

Gönüllü olmak istememin altında gizlenen o korku ve endişeye bir tek ben sahip değilim, değil mi?  
Müge Murat: Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. İlk defa okul sorumlusu olduğum okul, yaşadığım Kağıthane’ydi. Kağıthane’de benim gibi çok az insan var, tehdit var ama bana ihtiyaç da var. Aldığım eğitimlerde Oy ve Ötesi’nin çok ısrarlı olarak altını çizdiği noktalar, kendime güvenmemi sağladı. Çünkü genelge ve kanunlara göre hareket ettiğimde, kimsenin bana bir şey yapamayacağını, canımın sıkılmayacağını ve aslında orasının tehlike arz etmediğini gördüm. Okul sorumluluğundan ilçe sorumluluğuna geçtim sonra. 30 Mart’ta Kağıthane’de okul sorumlusuydum. Dolayısıyla endişeni ve psikolojini çok iyi anlıyorum. Bu endişeyi bir çok gönüllümüz yaşıyor. Ve aslında tam o noktada birleştirici bir unsur haline geliyor sandık. Seninle aynı fikirde ya da karşıt görüşte olduğun insanlarla aynı amaç için bir araya geliyorsun ve aslında herkesin, süreçlerin düzgün gitmesi için çaba sarf ettiğini anlıyorsun. Provokasyon olsa bile çok hızlı bir şekilde eritiliyor ve müdahale ediliyor. Kimse için bir risk yok yani. İki seçimde de 43 ilde var olarak bunu test ettik. Bu arada elbette herkesin güvende olması bizim için çok önemli. Herhangi bir endişemiz varsa, o sandık başında bulunmamayı tercih ediyoruz ama bu zamana kadar böyle bir endişemiz hiç olmadı. Ortak bir çaba için uğraşıyoruz. Bilgisizlikten, tecrübesizlikten hatalar olabiliyor. Ama zaten elinizdeki 135 No’lu genelgeyle, kendi konforunuzu yaratmış oluyorsunuz.

Peki şimdi sandık gönüllüsü olduktan sonra, sırada neler var? Seçim günüm nasıl geçecek? 
M. M.: Kayıttan sonra başvuru sorumluluğunnuza göre bir üstünüz sizinle iletişime geçiyor ve sonrasında -en azından bir defa- eğitimlere, aktivitelere katılmanız gerekiyor. Seçimden bir gün önce müşahit kartınızı alıyorsunuz. YSK nezdinde kayıtlı olmadığımız için, diğer partilerden aldığımız kartları kullanıyoruz. Birkaç alternatif sunuyoruz size. O gün kendinizi hangi kartla rahat hissedecekseniz onu seçiyorsunuz. Seçim günü öncesindeki eğitimlerde, o gün ne yaşayacağınızı anlatıyoruz. Şarj aletinden, yiyeceğinize kadar size önerilerimiz oluyor. Seçim gününde göreviniz tüm süreci takip etmek. Sabah 06.30’da göreviniz başlıyor. Tutanağınızı aldıktan sonra sorumlunuza iletiyorsunuz ve göreviniz tamamlanmış oluyor. Altını çizdiğimiz en önemli şey, herkesle iyi ilişki içinde olmak. Usulsüzlükler olabiliyor, ama bu gibi durumlar için de “call center”ımız ve gerekirse avukatlarımız var. Herkes için günün iyi geçmesini sağlıyoruz. Gün sonunda eve gittiğinizde bir de T3 yapmanızı bekliyoruz. 

T3’ten bahseder misiniz?
Zeynep Sanıgök: Yaptığımız iki iş var aslında. Gün içinde işlemleri gözlemlemek, caydırıcı etkimiz. İkinci aşamada ise sonuçları kendimiz topluyor ve resmi sonuçlarla karşılaştırıyoruz. T3 (Türkiye Tutanak Teyit -3’lü doğrulama-) yine gönüllülerimizin yazdığı bir yazılım. Tutanakların en önemli noktası, işlem sonuçlarının doğru girilmesi, yani onları dijital ortama aktarabilmek. Bunu en az üç kişinin doğrulaması üzerinden yapıyoruz. Gönüllüler gün sonunda tutanakları sorumlulara teslim ediyorlar ve ilçelerde belirlediğimiz tarama merkezlerinde taramaları yapıyoruz. Türkiye’nin ya da dünyanın herhangi bir yerinden T3’e giren kişi bu tutanakları ekranında görebiliyor. Sağ tarafta sonuçların girildiği basit bir ara yüz var. Bir dakikada yirmi tutanak girilebildiğimiz basit ve hızlı bir sistem bu. Girişlerin doğru olduğundan nasıl emin oluyoruz? Bahsettiğim bu birbirinden habersiz üç kişi, aynı sonucu giriyor. 7 Haziran seçimlerinde 128.000’in üzerinde tutanak topladık. 

Geride bıraktığımız seçim ve bu seçim arasında nasıl bir fark var sizin için?
Z. S.: Geçen seçimlerde 55.000 gönüllümüz vardı be bu defa bu sayıyı geçeceğimizi ön görebiliyoruz. Seçim varsa biz de varız, diyerek devam ediyoruz. Sandıklarda bulunarak seçimleri şeffaf bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. 
M.M.: Ülkenin şu anki durumu hepimizi endişelendirecek düzeyde. Gönüllülerimizle çalışırken birlik ve beraberliğin altını çiziyoruz her zaman. Her partinin oyunu koruyoruz evet ama partiden çok seçmenin oyunu korumak için varız. Herhangi bir endişemiz yok. Aynı şekilde korumaya devam edeceğiz.

Sosyal medya ekibiniz de çok sıkı çalışıyor. Onlar da gönüllü öyle değil mi? 
M.M.: Evet, metin yazarımızdan tasarımcımıza kadar tamamen gönüllülerden oluşuyoruz. Kalabalık bir ekip değiliz ama herkes çok özveriyle çalışıyor. Bu sadece küçük bir ekibin başarısı değil, bizimle sahada yer alan gönüllülerimizin emeği çok büyük. Sosyal medya iletişimimiz en güçlü kanallarımızdan biri. Özellikle bu seçimde sosyal medya üzerinde daha çok varız. “Koyverme Oy Ver”, “Boy Verme Oy Ver” ve Cumhurbaşkanlığı seçimindeki kampanyalarımızla dijital reklamcılığı ve markaları geliştiren ekipleri ödüllendiren Mix Awards’a baş vurduk ve Sivil Toplum Kuruluşu dalında birincilik aldık. Yaptığımız işin taçlandırıldığını görmek mutluluk verici. 

Özellikle apolitikler için çok büyük bir fark yarattınız, umut oldunuz. Size dahil olan insanlarda nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?
M.M.: Tarafsız ve bağımsız bir kuruluşuz. Bizim içimizde politik görüşü ne olursa olsun, oyunun nereye gittiğinden emin olmak isteyen insanlar var. Apolitiktik değil ama kendisinin doğru temsil edilmediğini düşünen kişiler de var. Bu duyarlılıkla ilgili. İnsanlar duyarlı olmak istiyorlar. Yalova ile birlikte sayarsak dört buçuk seçimdir, insanlar gönül rahatlığıyla gelip gönüllü oluyor. 
Z. S.: Gönüllülerimizin büyük bir kısmı kadınlardan ve gençlerden oluşuyor. Biz belki de insanlara, politik olmadan endişelerini giderebilecekleri bir kanal açtık diyebiliriz. Bu bir başlangıç oluyor onlar için. En önemli farklardan biri bu. Olumsuz bir hava içinde bile, bir sandıkta bulunarak fark yaratabileceklerini görebiliyorlar. İnsanı güçlendiren ve cesaret veren bir iş bu. Sayımız 110.000’i aştı. Bu aslında çok ciddi bir rakam. 
M.M.: Öğrenilmiş çaresizliği bitiyor gönüllü olanların. Büyük bir zincir olan “Ne değişebilir ki?” sorusu kırılıyor. Ve o kırıldığı anda umut yeşermeye başlıyor. Hiçbir şey bir günde olmuyor. Yanlış giden bir şeyler var doğru ama buna müdahil olabilecek de bir sürü insan var. Evde otururken ya da brunch’ta kahve yudumlarken, “bu ülke böyle gelmiş böyle gider” demekle olmuyor. 

Böyle bir toplumda gitgide büyüyen gönüllü bir ekip, sihir gibi geliyor bana. Bu noktaya gelmeyi nasıl başardığınızı düşünüyorsunuz?
M.M.: Tek olmadığını, yalnız olmadığını anlıyorsun. İlk Hilton toplantısına gittiğimde, benim gibi bin kişiyi görüp, “Vay be!” demiştim. Görevli olduğum okula acaba 15 kişi görevli olabilir mi diye düşünürken, fazla bile geldiğimize şahit oldum. İyi bir şey yaptığını görmek, dahil olmak, günün sonunda kafamı yastığa koyduğumda doğru bir şey yapmış olduğum hissiyle uyumak ve tüm bunlardan doğan o enerji, senin sihir dediğin şey olabilir belki de. Aynı hassasiyette insanlar bir araya geliyoruz, yani kimse birbiriyle yabancı değil aslında. İnsan eliyle bir şey yapıyoruz. Pandora’nın kutusu gibi açıldı ve o her neyse devam ettiriyormuşuz gibi. Ve duyarlıysan, bundan zaten kopamıyorsun. 
Z. S.: Yalnız olmadığını hissetmek çok önemli. Seninle aynı özveride birçok insan olduğunu ve bu sayının gitgide çoğaldığını görünce, insan kendini çok iyi hissediyor. Evrensel bir ortak noktada buluşuyoruz aslında. Geçen seçim sonrasında Diyarbakır’dan, Batman’a, Adana’ya, Urfa’ya kadar gittiğim yerlerde ilk defa tanıştığım gönüllülerle, yıllardır tanışıyormuşum gibi hissediyorum. Demek ki ihtiyacımız olan, bir şeyler yapmakmış.

Grazia 21-27 Ekim 2015

UNUTMUYORUM, UTANIYORUM


İnsan işini yapmaktan, gülmekten, mutlu olmaktan ne zaman utanır? Yaşamanın bile fazla geldiği, haksızlığın en can acıttığı zamanlardan birinde, utancımı paylaşmak istiyorum. Çünkü galiba nasıl hissettiğinizi biliyorum. Bir çocukluk anısının ve Levent Kırca’nın yardımı dokunabilir. 

Dün dergiye uğradım. “Ben en iyisi yazmayayım köşe yazısını” dedim. Kimse aksine ısrar etmedi zaten, “OK” dediler. Mutlu olmaktan, ettikleri Pazar kahvaltısından utanmaktan bahsediyorlardı. Bir yandan iş maillerine bakıyorlar; sayfa onayı gelmiş, çekim yeri belli olmuş, röportaja ben gider miymişim...  Ülke gündemi merkezli sohbetlerine yön verense, bir Twitter fenomeninin kehanetleri; ne demiş, ne olacakmış, daha çok insan ölecek miymiş.... Sonra Yayın Direktörü Işık, ortam yumuşasın diye, oğlu Ali’den bahsetmeye başlıyor ama konu Ali’nin geleceğine ve oradan yine bugüne geliyor. Çıkışta metroya korkarak biniyorum. Daha iki gün önce bombalar patlamış, sayısını hala daha tam bilmediğimiz kadar ölü var. Biri 9 yaşında mesela, ben özellikle onu hatırlayacağım ve hiçbir zaman da unutmayacağım yüzünü. “Metroya bomba koyacak olsalar, Seyrantepe’ye koymazlar herhalde,” diye düşünüyorum. “Boş burası... Burada bomba patlasa ne olur ki?” Sonra düşündüklerimden, kendimden utanıyorum. Hala kafamda, köşe yazısını yazıp yazmama sorunsalı var. İş bu sonuçta. Profesyonel olmak lazım. Hayat devam ediyor falan... Hassasiyetimi, yapmadığım bir sayfayla mı göstereceğim? İçimden gelmiyor yazmak. Geliyor, sonra kursağımda kalıyor. Berbat bir utanç sarıyor. Ayıpmış gibi sanki işimi yapmak ya da iyi hissetmek ve bazen de kötü hissetmek. Mesela Demirtaş’ın konuşmasını izlerken, göz yaşlarımı tutamıyorum. Sonra yine utanıyorum! Hayır, sen kimsin ki ağlıyorsun diyorum. Sen mi öldün? Tanıdığın mıydı ölenler? Aklımdan geçen her şey yüzünden, yine kendimden utanıyorum. 

Eve gidiyorum, koltuğa oturur oturmaz elime telefonu alıyorum. İnsanlar Instagram paylaşımlarına başlamışlar. Ayıp mı? Ne bileyim! Çok kızgınım, onu biliyorum. Bu arada Levent Kırca ölmüş. Annemler ve arkadaşları izlerdi. Çok gülerlerdi, gülerken düşünürlerdi, sonra da üzerine çok ciddi konuşmalar yaparlardı. Ciddi olduğunu anlardım, çünkü babam normalde sigara içmezdi. Ülkede sorunlar vardı ama Cuma akşamı AKM’de buluşup, klasik müzik konserine gitmek için plan yapamayacak kadar da sorun yoktu. Ya da yokmuş gibi davranılabilecek kadardı sorunlar. İstedikleri yaşamak, iyi hissetmekti. O zaman AKM vardı. Yıl 1993. Annem ve babamın evlilik yıl dönümü. Onlar eve gelmeden masayı hazırladım, süsledim, salata yaptım, ikisine de kart yazdım. Bu bir sürprizdi. Eve geldiklerinde ne benle ne de masayla ilgilendiler, yemeklerini alıp televizyonun karşısına geçtiler. İnanamamıştım. Evlilik yıldönümlerinden daha önemli ne olabilirdi? Çok sevdikleri Kırmızı Koltuk’un tekrarı vardı televizyonda. Birkaç gün önce ölen Uğur Mumcu’nun son röportajını izliyorlardı. Canları sıkkındı. Evde kitapları vardı Mumcu’nun, sohbetlerinde hep adı geçerdi, onu sevdiklerini biliyordum. Arabası havaya uçmuştu, böyle ölmüştü. Evlilik yıl dönümünden önemliydi yani. Mutlu hissetmeyi bir kenara koymamız gereken zamanlar olduğu fikri, tam o zaman yerleşti bana. 

Twitter’a baktığınızda, eğer akışı sizi bir şizofren gibi hissettirmiyorsa, bu ülkede yaşamıyorsunuz demektir. Üstteki tweet’te Amy Schumer’ın Saturday Night Live skeçlerinden birinin olduğu linke tıklayıp kahkahalar atmak, hemen altındaki tweet’te Ankara Barosu’nun İçişleri Bakanı, Vali ve Emniyet Müdürü hakkında suç duyurusunda bulunduğunu görmek, insanın birkaç saniyede asabını bozabiliyor. Başka bir tweet’te, “Bu gece evinde, sokakta, parkta #tenceretava’nla #SesÇıkarHayatDursun” diye sesleniyor @eylemnerde. Aklıma bir Levent Kırca skeci geliyor. Oya Başar karısı rolünde, “Niye yakıp söndürüyorsun ışığı? Kafayı mı yedin?” Cevap veriyor yatmaya hazırlanan Kırca, “Yahu biz birkaç sene önce ışıkları yakıp söndürerek bir şeyler yapıyorduk. Bunu niye yapıyorduk, hatırlıyor musun?” “Ne biliyim ben! Belki Galatasaray tur atlamıştı onu kutluyorduk. Yok, yok elektrik zammını mı protesto ediyorduk?” Ve mini bir tirat geliyor Kırca’dan, “Her şeyi ne kadar çabuk unutuyoruz. Ya da o kadar çok şey oluyor ki, bir öncekileri unutmak zorunda kalıyoruz. Bu kadar çok unutursak sürekli karanlık olur.” 
Zamanla unutmak ilaçtır, bir lütuftur derler ama bazen de değil. Beraberinde cehaleti ve kaybolmayı getiren unutmaya, utanmayı tercih ediyorum. Sanki böylece, kendimi daha “insan” hissediyorum. 

Grazia 21-27 Ekim 2015



14 Ekim 2015 Çarşamba

DÖNÜŞÜM ZAMANI



Saint Laurent defilesinin ön sırasının hemen önünde, yere bağdaş kurarak oturmuş bir sıra izleyici vardı. İstanbul Moda Haftası’na örnek olması gereken bu görüntü bazılarını korkutsa da, sektördeki değişimin ne kadar heyecan verici olduğunun göstergesi

Mudo, kendini yeniden kodlamaya karar verdi. Dünya değişiyordu, yeni bir kadın modeli vardı, ayak uydurmalıydı. Bunun için gözü her zaman yeniyi takipte olan, sektörün en saygıdeğer tasarımcılarından birine, çok kıymetli Gamze Saraçoğlu’na kreatif direktörlük teklif etti. Dünyayı hep bir-iki adım geriden takip eden -ve kimi zaman da yetersizlikler sebebiyle geriden takip etmek zorunda kalan- Türk moda sektöründeki bu önemli hareket, devamının gelmesiyle çok şeyi değiştirebilir. Vizyon eksikliği, korku, eleştiri kabul edememek ve yeni başlayanın üç sezon sonra “olgunlaştığını” düşünmesi, markanın/tasarımcının ilerlemesini engelleyen en önemli sebepler sayılabilir. Oysa modanın doğasında evrilmek, büyümek var. Bir markayı güçlendirmek için başka fikirlere, başka ‘kafalara’ ve eleştirilere açık olmak ezikliğin ve zayıflığın göstergesi değil, vizyon ve yeniliğin getireceği başarının ateşleyicisidir. Uzun lafın kısası, tüm bunların farkında olan Mudo bu hamlesiyle sektördeki gücünü ve vizyonunu gösterdi. Bu arada markanın Erkek Giyim Müdürü Giray Sepin’in Mudo için yarattığı mini koleksiyon ise, yine markanın benzerleri için örnek alınası bir hamle. 

Peki kreatif direktör cidden ne işe yarar? Dünya modasındaki son dönem kreatif direktör atamaları ne anlama geliyor? Yves Saint Laurent, 1957 yılında 21 yaşındayken Christian Dior’un başına geçtiğinde, kreatif direktör konsepti sektöre sızdı. Amaç netti: büyümeyle birlikte sürdürülebilirliği koruyarak markanın yeni izleyicilerle tanışmasını sağlamak. Bu tavır bugün tüm markaların, özellikle de lüks olanların, kalbinde yatıyor. Markanın geleceği ellerinde olan kreatif direktörlerin güçleri tartışılmaz. Sadece atanma haberleri bile, daha iğne kumaşa değmeden markanın değerini arttırıyor. Veteran direktör Karl Lagerfeld ise en zoru gerçekleştiriyor. 1983’ten beri, eski müşterileri korkutmadan, her geçen yıl yeni hayranlar ediniyor, bir yaşam tarzı sunuyor. Başka bir deyişle önümüze getirilen yeni yaşam tarzına, Chanel kadınını adapte ediyor. Seçilen kreatif direktör, markanın vizyonunu da gösteriyor aslında. Kimi markalar ilk başta beklenmedik görünen, daha az duyulmuş isimleri seçiyor ve ne kadar cesur olduklarını, büyümeye ne denli açık olduklarını gösteriyorlar. Yves Saint Laurent gibi bazılarıysa, Hedi Slimane gibi “asi” bir isimle, markanın yaratıcısının içinden taşmış olan o özgür ve umursamaz ruhu yeniden uyandırıyor.

Kreatif direktörün başarısının temelinde markayı iyice anlamak ve amacını kavramak yatıyor. Atölye arşivleri, onları ileriye taşıyan en önemli kaynak. Tutturulması gerek en kıymetli şeyse geçmiş ve gelecek arasındaki denge. Onun işi bir ürün tasarlamaktan çok fazlası. İçinde pazarlamayı, reklam stratejisini, satış planlamasını, defile formatını barındıran, geniş bir alan bu. Şimdi dünya hiç olmadığı kadar hızlı dönüyor. Esneklik ve cesaret, hayatın her alanında ihtiyacımız olan en öneli şey.

Grazia, 14-21 Ekim 2015

7 Ekim 2015 Çarşamba

KIYAFETİN KADAR GERÇEKSİN



Bu soru, bu defa sokak modası fotoğrafçısı Scott Schuman’dan geliyor. Selfie Toplumu’nun, modayı nasıl etkilediğini merak ediyor. Moda, her geçen yıl biraz daha mı özünü kaybediyor yoksa başka bir şekle mi bürünüyor?

Milano moda haftası defileleri devam ederken, The Sartorialist Scott Schuman, Prada defilesinden bir fotoğraf paylaştı Instagram’da ve altına şöyle yazdı, “Prada, Marc Jacobs, Gucci, Saint Laurent gibi sektöre yön veren tasarımcıların ortaya çıkardıkları işlerin bu kadar pullu, parıltılı ve hayali görünüyor olması dönemimizle ilgili ne anlatıyor, merak ediyorum. Acaba bu, kendini olabildiğince “ışıltılı” göstermeye çalışan, içinde yaşadığımız Selfie Toplumu’nun bir yansıması mı?” Ününü, sokakta gördüğü otantik stil sahiplerini fotoğraflayarak kazanan, bir defasında Türkiye’ye geldiğinde fotoğraflayacak kimseyi bulamayan Scott Schuman, sokak modasını “sokak modası” yapan isimlerin başında geliyor. Sorgulattığı şey, sektör içindeki ve takipçisi bir çok kişinin, son zamanlarda en çok odaklandığı, “gerçeklik” kavramının bir uzantısı. 

Dünya, her anlamda karanlık bir dönemden geçiyor. Ama özellikle internetin bize hissettirdiği özgürlük, güçlü bir umut hissi de barındırıyor bir yandan. Schuman’ın bahsettiği o capcanlı Selfie Toplumu ve onun podyumdaki yansıması, yeni pozitif dönemi karşılarken kuşanılmak istenen yüksek enerjinin bir aynası mı? Ya da içinde yaşadığımız karanlık çağdan, moda sayesinde bir kurtuluş mu? Şaşalı görünümler, yenilik ve tazelik eksikliğini maskelemek için mi kullanılıyor yoksa? Bu abartılı dekorasyonlar, bir tür şaşırtmaca mı? 
Daha önce, moda ve sanatın birbirine olan ihtiyacından doğan, yeni ilişkilerini sorgulamıştım, modanın sanatı “sömürmesinden” bahsetmiştim. Yaratıcılığın sonuna gelindiği noktada, sanata başvuran modaydı konumuz. İhtiyaçtan doğan bir alışveriş var o ilişkinin temelinde. Schuman’ın sorguladığı da aslında, sanat ve moda arasındaki gibi benzer bir “ihtiyaç” kavramıyla ilgili. 

“Anında görüntü” medyasıyla savaşıyor moda. Tek bir karede tüketilmek istemiyor ve bu yüzden daha çok detaya başvuruyor şimdi. Ve daha çok detay, bir tasarımcı parçasına ya da görünümünün tamamına, daha çok dikkat edilmesine yardımcı oluyor. Değer, artık neredeyse zamanla ölçülüyor. Sıradanlaşan moda, ilgiye muhtaç. Öz, içerik, gerçeklik, esas olan yok oluyor her geçen yıl. Moda,  yaratıcılık yetersizliğini ve eksikliğini, bol makyaj ve bol ışıltıyla kapatmaya çalışıyor belki de. Ve Schuman’ın altını çizdiği gibi biz, özünde stil değil saf tüketim olan, “ama stil sahipleriyle” Selfie Toplumu’nun ikonlarıyla baş başa kalıyoruz. 

Selfie jenerasyonunun bir yansıması Schuman’ın bahsettiği kıyafetler. İçinde narsisizmi ama hemen yanı başında da isyanı barındıran, “bana bak!” diye bağıran, über-modern bir anlayışın temsili. İyi ya da kötü olduğunu kimse söyleyemez. Her zaman kendi manifestosunu yazan, modern kültür aynası moda –çok anlamasa da- sosyal medyayla bir alışveriş yaşıyor şimdi, eskimemek için çağa ayak uydurmaya çalışıyor. Ona ihtiyacı var ama ondan güçlü olduğunu göstermeye de. Schuman’ın adını geçirdiği o yön veren tasarımcılarsa, bu ikisi arasındaki müthiş dengeyi sunuyor. Bu oyunda şimdilik, kazanan ya da kaybeden yok. Zaman bir kere daha, kimin gerçek değere sahip olduğunu gösterecek. 

7-13 Ekim 2015

30 Eylül 2015 Çarşamba

ÜZERİNDEKİ ZALENCIAGA MI?


En sevdiğim tasarımcı sorulduğunda, “Zara,” diye cevap veriyorum artık. High-end markaların ulaşılabilir replikalarını giymek utanılacak bir şey mi? Peki bir medya devinin hatası, nasıl kurtuluşumuz olur?

Sanırım bahardı. New York Times’ın Instagram hesabı @newyorktimesfashion’da Ece Sükan’ın ayağındaki ayakkabı, Zara olmasına rağmen “high-end” bir moda markası olduğu zannedilerek etiketlenmişti. Öncelikle aynı alanda çalışan biri olarak New York Times’ın böyle bir hata yapıyor olması, geçmişte yaptığımız ya da ileride yapabileceğimiz hatalar için, bir joker hakkı gibiydi. Dolayısıyla onu gördüğüm anda, içime müthiş bir huzur yayıldı. Aklımda yankılanan tek cümle -olur da bir gün kullanmam gerekirse- “Ama New York Times bile hata yapabiliyor!” Bu “müthiş” yanlışı, hemen bir iki sektör arkadaşımla paylaştım. Benden başka birileri daha medya devinin yaptığı bu feci hatayı görmeliydi! Ortaya çıktı ki, onların gözündeki hata daha feciydi. Bakış açıları biraz daha farklıydı. Duyduğum cümlelerden bazıları, “Aaa! Zara mı giymiş!” gibi yarı-naif olanlarla başlıyor, “İşte böyle yutturmaya çalışıyorlar, sanki giydiği Proenza’ymış gibi!” şeklinde tuhaf yaklaşımlara kadar uzanıyordu. Öncelikle bizim sektör dedikoduyu sever. Neredeyse tamamı kadınlardan oluştuğu için midir? Olabilir. Yukarıdaki hikayede bana göre yanlış olan şey, çoğunluğun algıladığı biçimde düşünürsek, bir sokak modası ikonu olarak kabul edilmiş Ece Sükan’ın ulaşılabilir bir markayı giyiyor olması. Yoksa insanları rahatsız eden, onun içinde bile harikulade görünebilmesi mi?
Moda sektöründe, kelimenin tam anlamıyla “tarih yazan” Zara ve benzeri birkaç ulaşılabilir marka, bir deri ceket ya da ipek bir elbise gibi ağırlığı etiketinde olan parçalardansa, üç sepet dolusu sezon trendleri olan, ulaşılabilir ürünlere sahip olmayı ve her zaman “taze” görünmeyi seçenlerin tercihi. Ayşe Boyner küratörlüğünde yaratılan Boyner Fresh markası da, iyi giyinmek için milyarlara ihtiyacınız olmadığının altını çizen ve böylelikle toplumun stil ihtiyacını olabilecek en kaliteli şekilde doyurmayı ve tabii ki satmayı hedefleyen marka örneklerinden. Dolabınızdaki bir parçayı, Instagram’da başka birinin üzerinde gördüğünüzde nasıl soğuduğunuzu ve sizin için o parçanın bir anda nasıl eskidiğini düşünün. Ulaşılabilir markalar, içine düştüğümüz bu hızlı moda girdabında “stil adına” tutunduğumuz en sağlam dal değil mi? 
Lüks alıcısı ve ulaşılabilir moda alıcısı arasında tabii ki davranışsal bir farklılık var. Ama belki de en sağlıklı olanı bu ikisi arasındaki dengeyi “utanmadan ve çekinmeden” kuranlar. Onlar, stilini konuşturmak için etikete ihtiyaç duymayanlar, marka bağımlısı olmayanlar. Lüks ve ulaşılabilir giyim arasındaki çizgi gitgide bulanıklaşıyor. Aynı, cinsiyete bağlı giyimde olduğu gibi. Modanın içinde bulunduğu bu umursamaz ve özgür tavrı, hayatınızın içine ne kadar alır, üzerinizdekilere değil gerçek bir karakter olmaya ne kadar odaklanırsanız, o kadar parlarsınız. Şimdi söyleyin, bana hak vermeye cesaretiniz var mı, yok mu? Lüks bir seçimdir ve belki de yeni lüks; hızlı modadır, en önemlisi de özgüvene sahip olmaktır.  

Grazia, 30 Eylül - 6 Ekim 2015

23 Eylül 2015 Çarşamba

AYŞE BOYNER: MODA KANINDA VAR



Moda sektöründe sahici insan tanımak gibisi yok. “Kıyafetleri çok seviyorum. Hem de çok, çok seviyorum! Bu kadar basit!” Bu sözlerin sahibi Ayşe Boyner, uzun zamandır hayalini kurduğu rüya işini, stil ve moda anlayışını “içinden geldiği gibi” paylaştı.

Sektörün yeni yuvası Soho House’da Ayşe Boyner’i bekliyorum. Odada, cansız mankenlere giydirilmiş, çok şık dantel bir tulum, önden düğmeli vegan süet bir etek, Stan Smith’lerle harika görünecek çiçek desenli bir takım gibi acayip cool, çok canlı, yaşayan ve eğlenceli kıyafetler var. Her biri hayali kurulası. Şu kürkü şöyle giyerim, bu elbiseyle sevgilimle yemeğe çıkarım, şu pantolon büyük örgülü kazağımla harika olmaz mı gibi, konuşma baloncuklarının kafanızda uçuşmasına sebep olan parçalar bunlar. Hepsine dokunup, hazır etrafta kimse yokken etiketlerine bakıyorum. Kimisi hiç duymadığım kimisi de sanki bir yerlerden tanıdık gelen yabancı markalar. Otomatik olarak önce her bir parçanın ne kadar olduğunu, sonra bu markaların hangi ülkelerden geldiğini, ayakkabıları da olup olmadığını ve en önemlisi bu ürünlerden kaç tane olduğunu merak ediyorum. Tüm bunların cevabını verecek olan Ayşe giriyor içeri. Yıllarca aynı sektörün farklı alanlarında çalışmış ama hiçbir zaman tanışmamış olmamız tuhaf, bir yandan da heyecan verici çünkü aklımda bin tane soru var ama o biraz çekingen. Sorduğum sorular özel hayatına ve “Boyner” kimliğine herhangi bir yerinden dokunursa, rahatsız oluyor, cevap vermiyor ama kırmak ya da yanlış anlaşılmak istemiyor ve o yüzden sadece gülümsüyor. “Kendisiyle” ilgili konuşmaktan pek hoşlanmıyor. Ama içindeki ciddi olmaya çalışan o matrak kadın, yaydığı sakin enerjinin ardından, parlak gözlerinin içinden el sallıyor.

Beymen’deki satın alma deneyimini, kadın reyonunu yeniden canlandırmak için, tam da hayal ettiği şekilde uygulamak üzere Boyner’e taşıyor Ayşe Boyner. Ve böylelikle, Türk moda sektörünün uzun zamandır gördüğü en heyecan verici ve yenilikçi adıma imzasını atıyor. Profesyonelliği ve deneyimi sorgulamaya gelmeyecek kadar güçlü. Ama sezgileri ve neredeyse doğasında var olduğunu söyleyebileceğimiz “business” algısı, daha da güçlü.
Boyner markası bir süredir yenilenme peşinde. Daha genç olmak ve en önemlisi de uzun zamandır mesafeli olduğu kadın müşterileriyle yeniden yakınlaşmak istiyor. Ne yapalım diye düşünürlerken, Ayşe Boyner ve “Boyner Fresh” devreye giriyor. Aslında her şey çok kısa zaman önce, geçen Şubat ayında başlıyor. “Bir süre öncesinde, “sadece ekonomik olarak kuvvetli olan kesim modayı takip edebilir” gibi bir algı vardı. Şimdi her şey değişti. “Fashionable” olmak ana akıma indi. İnsanlar daha stil sahibi görünmek, kendilerini güzel hissetmek istiyor ve bu artık kolay. Boyner’de olan değişim de bunun bir yansıması.”

Boyner Fresh projesi, Ayşe’nin yaklaşık yedi yıl boyunca çalıştığı Beymen için gittiği satınalmalarda “alamadığı”, içinde kalan, çok sevdiği genç markaları bir araya topluyor. Stil anlamındaki sezgisel yaklaşımı, satın almada da gösteriyor kendini. “Her bir parçaya aşık oldum. Hepsini severek ve büyük bir heyecanla aldım. Alırken hep cesurumdur, bu defa daha cesur davrandım.” Boyner Fresh için ürün seçerken, Beymen deneyiminden daha özgür bir tavırla hareket ediyor. Markaya odaklı değil, ürün odaklı düşünmeye başlıyor. Türkiye’deki ticari kaygılar da göz önünde bulunduruluyor ama o konu başka bir şekilde işleniyor: Dünyanın hip şehirlerinde stil tutkunlarının giymeyi seçtiği bu özel parçalar, Boyner Fresh etiketiyle, ciddi ulaşılabilir rakamlarla, sınırlı sayıda müşteri ile buluşacak. Yani geçen hafta sonu satışa giren o harika püsküllü siyah ceketi kaçırırsanız, üzülürsünüz. Keza mağazayı bir dahaki ziyaretinizde –aynı sezon içinde- bambaşka parçalarla karşılaşacaksınız. Yani bir kere daha altını çizmek gerekir, bu zamana kadar ülkede yapılan en vizyoner işlerden biri Boyner Fresh projesi. Dünyanın takip ettiği, parça odaklı alım-satımın, sezonsuz gardıropların Türkiye ayağı. 




Ayşe’nin seçtiği kıyafetler, altı ülkeden otuz yedi tasarımcıyı bir araya getiriyor. İleride Türk tasarımcılar da olacak mı sorusuna şöyle cevap veriyor, “Çok istiyoruz. Yalnız şöyle bir şey var; şimdi çalıştığımız tasarımcılar çok hızlı. İstediğimiz siparişi bize hemen teslim edebiliyorlar. Yani öyle “high-fashion” markalarda olduğu gibi siparişimi veriyim, altı ay sonra alayım diye bir şey yok, üç ay içinde elimizde. Boyner Fresh’in özelliği biraz da burada, hızlı olmasında, trendleri hemen yakalamasında. Bu hıza ayak uydurabilecek markalar olursa, neden olmasın?”
Sohbetin arasında, üzeri kelebek desenli, elbise ve pantolondan takım olarak kombinlenmiş parçalara, Kate Moss’u kıskandıracak payetli bir gece elbisesine ve vegan kürke takılıyoruz. Ben her bir kombinin içinde Ayşe’nin kendisini bizzat görebiliyorum. Hatta o tasarlamış olsa, bu kadar olur diye düşünüyorum. “Bir tek ben değilim ki böyle giyinmeyi seven. İnsanlar bu tarz kıyafetleri bulamadıkları için giyemiyorlar,” diyor heyecanla. Böyle giyinmek derken? Nasıl biri bu Boyner Fresh kadını? “Tarz olarak tek bir tarza sahip değil aslında. İçinde bir çok kadın var. Ama hep, özellikli parçaları seviyor. Farklılığı detaylarda arıyor. Yani bu parçalar farklı hissetmek için birebir ama pişti olmak da çok zor! Çünkü her biri farklı şekilde kombinlenebilecek parçalar. Boyner Fresh kadınının marka takıntısı yok. Klasik moda kalıplarına takılmıyor. Rahat, özgür, yenilikçi, yaratıcı. Kendini ana akımdan ayırmaya çalışan ve ne istediğini bilen bir kadın.” “Seni mi tarif ediyor bu kadın acaba?” diye soruyorum, gülüyor. “Umarım! Bu şekilde tanımlanmayı isterim. Yani bir şey çok modaysa giymek istemem mesela. Ama farklı olayım derken, göze batmak ve ilgi çekmek de istemem.”

Bu zamana kadar hiç mi stil hatası yapmadı merak ediyorum. “Röfle yaptırdığım bir zaman bile var,” deyip, gülerek anlatmaya başlıyor, “Kardeşim geçen gün birkaç fotoğraf bulmuş, onları gösterdi. Kendisi şu an bohem giyinen, entelektüel tarza sahip bir insan. Fotoğrafta üzerinde daracık bir kot, küçücük tuhaf bir çanta, gözlerde abartı makyaj.... Benim de üstümde ona benzer bir şeyler... Herkesin tıpa tıp aynı giyindiği dönemlerden ben de geçtim. Herkes Barbour mont, Harley Davidson giyer... Ben Harley ve Lacoste çantaya karşıydım mesela ama Timberland bot ve Barbour mont giyerdim ki o da babamla dağ taş gezdiğimiz için. Üniversiteden sonra çok fazla hata yaptığımı söyleyemem.” Peki ya şimdi? Katıldığı davetlerde ya da sokakta fotoğrafları çekiliyor. Kendini beğenmediği oluyor mu? Bu soruya cevap vermeden önce, “özel hayat” sınırlarına girdiği için duraksıyor biraz, uzaklara bir yerlere bakıp, sonra kaküllerinin arasına saklanarak cevap veriyor, “Hayır... Artık o kadar umurumda değil.” Sonra bir anda daldığı yerden çıkıp gülerek anlatmaya başlıyor, “Bazen çekilen o fotoğraflara bir bakıyorum, üzerimdeki o kadar da iyi görünmüyor. Ama sonra diyorum ki kendi kendime, ben evden çıkarken aynaya baktım ve gayet iyi görünüyordum!”





Giyinmek üzerine fazlasıyla düşünülen, düşünülmemiş gibi görünsün derken bile kafa patlatılarak giyinilen, biraz daha “az sahici ve –mış gibi yapan” bir moda çağındayız, malum. Ama Ayşe her zaman cool, kesinlikle çok eğlenceli ve çabasız görünüyor bir şekilde. Peki bu nasıl oluyor? “Giyinirken hiç düşünmüyorum. Çok rahatım. Kıyafetlerim kolay parçalar ama hep bir özellikleri var. Ama alırken mesela, bunun yakasındaki kesim fark yaratıyor, mutlaka almalıyım! diye düşünmüyorum tabii. Beğendiğim şeyi alıyorum sadece.” Bu söyledikleri stil sahibi olmanın tamamen içsel olduğunu, zorlamayla olmayacağını bize bir kere daha kanıtlıyor, öyle değil mi?  Stil anlayışı bu olan, deneyimli bir iş kadının kanatları altındaki bir markanın başarısından şüpheniz olur mu peki? Ayşe Boyner’in yarattığı Boyner Fresh markasının göbeğinde, kıyafet sevgisi ve derin bir yaratıcılık yatıyor tüm saflığıyla. İsmini markayla bağdaştırarak koleksiyon çıkarmak, iş birliklerine imza atmak kolay değildir. Bu zamana kadar yapılan benzeri işler, beni ve benim gibi bir takım “takıntılı” tipleri rahatsız etmiştir hatta, markanın kendisinden bile soğutur. Fakat Ayşe’nin girişimi, geçmişteki ve devam eden iş birliklerini, markasının önüne geçmeye çalışan bazı tasarımcıların verdiği o güvensizlik hissinin çok ötesinde bir yerde. Onun bir koleksiyona küratörlük yapıyor olması hiç bir şekilde rahatsız etmiyor, aksine tüm samimiyeti ve profesyonelliği sayesinde daha fazlasını istemenize ve onu daha çok merak etmenize sebep oluyor. Yani uzun lafın kısası, Ayşe Boyner’in stili de kendisi de nadir rastlanacak kadar “gerçek.”

Grazia 23-29 Eylül 2015

PERFORMANS MODASI




Sanat ve moda ilişkisi eskimiş bir şarkıydı ama New York moda haftası ile yeniden hortladı. Sektör ustası François-Henri Pinault bu durumu “modanın sanatı sömürmesi” olarak değerlendiriyor. Sahi, kimin kime ihtiyacı var?  

Kanye West’in merakla beklenen defilesi, ben bu yazıyı yazmaya başlamadan hemen önce bitti. Şimdilik Instagram’da #yeezyseason2 hashtag’li 18 video, 26 görsel ve Twitter’da akmaya devam eden tweet’ler var. En çok konuşulan başlıklardan biri, West’in renk hikayesini anlatmak için kullandığı farklı ten renginde modeller, ikincisi ise modanın sanat ile ilişkisi. (Tasarımcı Kanye, iki sezondur sunumları için performans sanatçısı Vanessa Beecroft ile çalışıyor.)
Moda sanat mıdır? Olabilir mi? Ne cüretle olabilir! Modacıların sanat ile olan ilişkileri, ilham minvalinde bile olsa, yeni bir durum değil. Peki bu eskimiş argümanda ne değişti de hala konuşulmaya devam ediyor? Son birkaç günde, sanat ve moda arasında şunlar oldu: Givenchy, Marina Abramovic performansıyla, farklı dinlerden ve kültürlerden seçilen şarkılarla sergiledi koleksiyonunu. Opening Ceremony defilesinde New York City Ballet dansçıları, “podyumdaki monotonluğu kırmak için”, koreografisi yapılmış hareketlerle yere düştü. Tom Browne’un modelleri sandalyelere oturdu, performans anlaşılmadı ama bu Browne için önemli değildi çünkü bu sayede kıyafetlerine daha çok dikkat çekti. Phillip Lim’in mekan yerleştirmesindeki toprak adaların küratörlüğünü sanatçı Maya Lin yaptı. 

Daha önce de söylediğim gibi, moda ve sanat ilişkisi yeni değil ama artık sunumlar, sanatçılara –neredeyse rol çalacakları kadar- teslim ediliyor. Dünyanın en büyük pazarlarından ikisi olan sanat ve moda arasındaki çıkar ilişkisi, başka bir boyuta geçiyor. Modanın sanatçılarla olan işbirlikleri sanatçının global olarak tanınmasını sağlıyor, bu bir gerçek. Mesela, Louis Vuitton işbirlikleri olmasa, Yayoi Kusama ve Takashi Murakami dünya çapında isim yapıp, ana akıma inebilirler miydi? Moda sanatı daha “moda” bir hale getirdi diyebiliriz belki de. Moda dünyasının krallarından, Kering CEO’su François-Henri Pinault, geçen yıl yapılan lüks konulu bir sempozyumda, modanın saygı görmek için “sanatı sömürmemesi” gerektiğini söylüyor ve başarı için, tasarımcıların aynı kendi çağlarını en iyi şekilde yansıtan yazarlar ve ressamlar gibi olmaları gerektiğini vurguluyor. Şimdi önümüzdeki tabloda, tasarım anlamındaki yaratıcı yetersizliğin sanatla kapatılmaya çalışıldığını gördüğümüzü söylersek, yanlış olmaz. Moda ve sanat aynı alanı paylaşıyorlar artık. İkisi de hiç olmadığı kadar sokakta ve çağdaş hayattan ilham alıyor. Ama bugün, sanat müzelerden çıktığından beri, moda onun yerine girmeye çalışıyor. Lüks, sanat ile bir araya getiriliyor, bu şekilde değer kazandırılıyor. Sanat ve moda arasındaki ilişki her zaman sağlam olmalı. Ama her ikisi de ayrı disiplinler. Sanatın ana akıma inmek için modaya, modanın ise blogger’ların ve sokak modasının normalleştirdiği kimliğinin yeniden ciddiye alınması ve saygı görmesi için sanata ihtiyacı var. Tüm bu zorunlu hamleler yapılırken, tek ihtiyacımız olan biraz samimiyet.

Grazia 23-29 Eylül 2015

ASLI’YA DAİR




Nazım Hikmet’in hayat felsefesini özetleyen, buram buram özgürlük kokan, bu aralar okumaya en çok ihtiyacımız olan şiiri “Yaşamaya Dair”,  Aslı Filinta’nın tasarım anlayışının ışığında, bir koleksiyona ilham oluyor. 

Bir etkinlikte daha, yaratıcı kesimin yeni yuvası Soho House’dayım ama bu defa terasta, "members only" bir davette. Akşam güneşinin büyüsü, tüm kızıllığı, pembesi, turuncusuyla ve şehrin gri dokusunun çirkinliğini saklayan ihtişamıyla, girişte misafirleri karşılayan Aslı Filinta parçalarına müthiş bir fon yaratıyor. Akşam güneşi, sanki neyin arkasında durduğunu bilirmiş gibi. Ve Akşam Güneşi hem bir Reşat Nuri romanı, hem de bir Orhan Gencebay şarkısı. Aslı’nın koleksiyonunun ilhamı da, Nazım Hikmet’in hayat felsefesini özetleyen “Yaşamaya Dair” şiiri. Bundan neredeyse bir yıl önce, Floransa’da karşılaşıyoruz Aslı’yla. Henüz yeni başladığı bu koleksiyondan ilk o zaman bahsediyor. “Doğru mu yapıyorum, bilmiyorum bir yandan da diyor.” Komünizmin göbeğinden doğan saygın bir şairi ve tüketim tanrısı kapitalizmin biriciği modayı bir araya getirmek, belli ki tamamı içsel olan bir endişe bırakıyor üzerinde. Fazla takıldığını düşündüğümü söylüyorum. “Nazım olsa, ne düşünürdü?” sorusunu kendine sormasının yersiz ve boş kaldığı bir dönemde yaşadığımızı hatırlatıyorum, kendimden emin olmayarak. Hem bu fikrimi hem de Aslı’nın bir kere daha hayatına dokunan bir kimliği nasıl sahiplenip, gece gündüz onunla yatıp-kalkıp, yine nasıl doğru bir “esinlenme” ortaya çıkardığını görmek için, sıra sıra dizilmiş kıyafetlerin önüne dikiliyorum. 

YAŞAM DETAYLARDA GİZLİ
“Batarken ufukta bir akşam güneşi,” cansız mankenlerin üzerindeki kıyafetlerin her biri, -DJ Kaan Düzarat’ın çaldığı Türkçe sözlü hafif müziklerin eşliğinde- şiirin satırlarını canlandırıyor miskin miskin. Şiirde geçen tanımlamalar, kolları arkadan bağlı gibi görünen detaya sahip bir uzun kabana, beyaz gömleklere, kadifeden takıma dönüşüyor. Nazım Hikmet’in hapishane yılları, parmaklıkları anımsatan kadife şeritlerden parmaklıklara dönüşmüş, kıyafetlere iliştirilmiş. Mimar Ceren Şişik’in “yaşamı anlatan” fotoğrafları, şairin özlemini duyduğu doğanın çarpıcı anları, desen halinde kumaşlara uyarlanmış. Zarif “zeytin dalları” yakalara, askılara iliştirilmiş. Farklı materyalleri bir arada kullanmak Aslı Filinta’nın imzası niteliğinde. Bu koleksiyonda da aynı şey geçerli; kadife, dantel, ipek, pamuklular, yün ve kaşmir tasarımcının her zaman hedeflediği zamansız ama yaratıcı ve özgün parçalara hayat veriyor. Tasarımcı, bir ilham yuvası olarak gördüğü ve markasının kimliğine işlediği Türk kültüründen dengeli bir şekilde nasıl ilham alınabileceğinin dersini veriyor adeta. 

GLOBAL VİZYON
İdil Ergün’ün çektiği kısa film, tasarımcının kültür ve tarih gözlemlerinden yaratarak ortaya çıkardığı tasarım anlayışını, doğanın içine işliyor. Hem koleksiyon yaklaşımı hem de marka tanıtımı konularında her zaman yenilikçi olmaya özen gösteriyor Aslı Filinta. Bu sanatsal dokunuşla, vizyonunu ve anlayışını, global sektör ile birlikte hareket etmeye gösterdiği özenin bir kere daha altını çiziyor. Yaşamaya dair işler çıkarıyor tasarımcı, yaşanmışlıkların önünde saygıyla eğilerek ve mütevazılığını koruyarak. İşte tam o noktada Nazım Hikmet’in bu çok etkilendiği şiiriyle buluşuyor. Yaşamak yanı ağır bastığından, onu hayata bağlayan yaratıcılığını yapmayı bildiği en iyi şekilde yapmaya çalışıyor. Bir sincap ciddiyetinde yaklaşıyor hayata. Nazım Hikmet gibi, başka türlü bir kaosun içinde, yaratıcılığına sığınıyor. Yıldızların arasında bir yıldız olmak istediği. Her daim ışıldayan hem de hiç ölmeyecekmiş gibi görünen parçalar yaratmak. 





Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                                en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
                               diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                       hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                       yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 

Nazım Hikmet

Grazia 23-29 Eylül 2015