30 Eylül 2015 Çarşamba

ÜZERİNDEKİ ZALENCIAGA MI?


En sevdiğim tasarımcı sorulduğunda, “Zara,” diye cevap veriyorum artık. High-end markaların ulaşılabilir replikalarını giymek utanılacak bir şey mi? Peki bir medya devinin hatası, nasıl kurtuluşumuz olur?

Sanırım bahardı. New York Times’ın Instagram hesabı @newyorktimesfashion’da Ece Sükan’ın ayağındaki ayakkabı, Zara olmasına rağmen “high-end” bir moda markası olduğu zannedilerek etiketlenmişti. Öncelikle aynı alanda çalışan biri olarak New York Times’ın böyle bir hata yapıyor olması, geçmişte yaptığımız ya da ileride yapabileceğimiz hatalar için, bir joker hakkı gibiydi. Dolayısıyla onu gördüğüm anda, içime müthiş bir huzur yayıldı. Aklımda yankılanan tek cümle -olur da bir gün kullanmam gerekirse- “Ama New York Times bile hata yapabiliyor!” Bu “müthiş” yanlışı, hemen bir iki sektör arkadaşımla paylaştım. Benden başka birileri daha medya devinin yaptığı bu feci hatayı görmeliydi! Ortaya çıktı ki, onların gözündeki hata daha feciydi. Bakış açıları biraz daha farklıydı. Duyduğum cümlelerden bazıları, “Aaa! Zara mı giymiş!” gibi yarı-naif olanlarla başlıyor, “İşte böyle yutturmaya çalışıyorlar, sanki giydiği Proenza’ymış gibi!” şeklinde tuhaf yaklaşımlara kadar uzanıyordu. Öncelikle bizim sektör dedikoduyu sever. Neredeyse tamamı kadınlardan oluştuğu için midir? Olabilir. Yukarıdaki hikayede bana göre yanlış olan şey, çoğunluğun algıladığı biçimde düşünürsek, bir sokak modası ikonu olarak kabul edilmiş Ece Sükan’ın ulaşılabilir bir markayı giyiyor olması. Yoksa insanları rahatsız eden, onun içinde bile harikulade görünebilmesi mi?
Moda sektöründe, kelimenin tam anlamıyla “tarih yazan” Zara ve benzeri birkaç ulaşılabilir marka, bir deri ceket ya da ipek bir elbise gibi ağırlığı etiketinde olan parçalardansa, üç sepet dolusu sezon trendleri olan, ulaşılabilir ürünlere sahip olmayı ve her zaman “taze” görünmeyi seçenlerin tercihi. Ayşe Boyner küratörlüğünde yaratılan Boyner Fresh markası da, iyi giyinmek için milyarlara ihtiyacınız olmadığının altını çizen ve böylelikle toplumun stil ihtiyacını olabilecek en kaliteli şekilde doyurmayı ve tabii ki satmayı hedefleyen marka örneklerinden. Dolabınızdaki bir parçayı, Instagram’da başka birinin üzerinde gördüğünüzde nasıl soğuduğunuzu ve sizin için o parçanın bir anda nasıl eskidiğini düşünün. Ulaşılabilir markalar, içine düştüğümüz bu hızlı moda girdabında “stil adına” tutunduğumuz en sağlam dal değil mi? 
Lüks alıcısı ve ulaşılabilir moda alıcısı arasında tabii ki davranışsal bir farklılık var. Ama belki de en sağlıklı olanı bu ikisi arasındaki dengeyi “utanmadan ve çekinmeden” kuranlar. Onlar, stilini konuşturmak için etikete ihtiyaç duymayanlar, marka bağımlısı olmayanlar. Lüks ve ulaşılabilir giyim arasındaki çizgi gitgide bulanıklaşıyor. Aynı, cinsiyete bağlı giyimde olduğu gibi. Modanın içinde bulunduğu bu umursamaz ve özgür tavrı, hayatınızın içine ne kadar alır, üzerinizdekilere değil gerçek bir karakter olmaya ne kadar odaklanırsanız, o kadar parlarsınız. Şimdi söyleyin, bana hak vermeye cesaretiniz var mı, yok mu? Lüks bir seçimdir ve belki de yeni lüks; hızlı modadır, en önemlisi de özgüvene sahip olmaktır.  

Grazia, 30 Eylül - 6 Ekim 2015

23 Eylül 2015 Çarşamba

AYŞE BOYNER: MODA KANINDA VAR



Moda sektöründe sahici insan tanımak gibisi yok. “Kıyafetleri çok seviyorum. Hem de çok, çok seviyorum! Bu kadar basit!” Bu sözlerin sahibi Ayşe Boyner, uzun zamandır hayalini kurduğu rüya işini, stil ve moda anlayışını “içinden geldiği gibi” paylaştı.

Sektörün yeni yuvası Soho House’da Ayşe Boyner’i bekliyorum. Odada, cansız mankenlere giydirilmiş, çok şık dantel bir tulum, önden düğmeli vegan süet bir etek, Stan Smith’lerle harika görünecek çiçek desenli bir takım gibi acayip cool, çok canlı, yaşayan ve eğlenceli kıyafetler var. Her biri hayali kurulası. Şu kürkü şöyle giyerim, bu elbiseyle sevgilimle yemeğe çıkarım, şu pantolon büyük örgülü kazağımla harika olmaz mı gibi, konuşma baloncuklarının kafanızda uçuşmasına sebep olan parçalar bunlar. Hepsine dokunup, hazır etrafta kimse yokken etiketlerine bakıyorum. Kimisi hiç duymadığım kimisi de sanki bir yerlerden tanıdık gelen yabancı markalar. Otomatik olarak önce her bir parçanın ne kadar olduğunu, sonra bu markaların hangi ülkelerden geldiğini, ayakkabıları da olup olmadığını ve en önemlisi bu ürünlerden kaç tane olduğunu merak ediyorum. Tüm bunların cevabını verecek olan Ayşe giriyor içeri. Yıllarca aynı sektörün farklı alanlarında çalışmış ama hiçbir zaman tanışmamış olmamız tuhaf, bir yandan da heyecan verici çünkü aklımda bin tane soru var ama o biraz çekingen. Sorduğum sorular özel hayatına ve “Boyner” kimliğine herhangi bir yerinden dokunursa, rahatsız oluyor, cevap vermiyor ama kırmak ya da yanlış anlaşılmak istemiyor ve o yüzden sadece gülümsüyor. “Kendisiyle” ilgili konuşmaktan pek hoşlanmıyor. Ama içindeki ciddi olmaya çalışan o matrak kadın, yaydığı sakin enerjinin ardından, parlak gözlerinin içinden el sallıyor.

Beymen’deki satın alma deneyimini, kadın reyonunu yeniden canlandırmak için, tam da hayal ettiği şekilde uygulamak üzere Boyner’e taşıyor Ayşe Boyner. Ve böylelikle, Türk moda sektörünün uzun zamandır gördüğü en heyecan verici ve yenilikçi adıma imzasını atıyor. Profesyonelliği ve deneyimi sorgulamaya gelmeyecek kadar güçlü. Ama sezgileri ve neredeyse doğasında var olduğunu söyleyebileceğimiz “business” algısı, daha da güçlü.
Boyner markası bir süredir yenilenme peşinde. Daha genç olmak ve en önemlisi de uzun zamandır mesafeli olduğu kadın müşterileriyle yeniden yakınlaşmak istiyor. Ne yapalım diye düşünürlerken, Ayşe Boyner ve “Boyner Fresh” devreye giriyor. Aslında her şey çok kısa zaman önce, geçen Şubat ayında başlıyor. “Bir süre öncesinde, “sadece ekonomik olarak kuvvetli olan kesim modayı takip edebilir” gibi bir algı vardı. Şimdi her şey değişti. “Fashionable” olmak ana akıma indi. İnsanlar daha stil sahibi görünmek, kendilerini güzel hissetmek istiyor ve bu artık kolay. Boyner’de olan değişim de bunun bir yansıması.”

Boyner Fresh projesi, Ayşe’nin yaklaşık yedi yıl boyunca çalıştığı Beymen için gittiği satınalmalarda “alamadığı”, içinde kalan, çok sevdiği genç markaları bir araya topluyor. Stil anlamındaki sezgisel yaklaşımı, satın almada da gösteriyor kendini. “Her bir parçaya aşık oldum. Hepsini severek ve büyük bir heyecanla aldım. Alırken hep cesurumdur, bu defa daha cesur davrandım.” Boyner Fresh için ürün seçerken, Beymen deneyiminden daha özgür bir tavırla hareket ediyor. Markaya odaklı değil, ürün odaklı düşünmeye başlıyor. Türkiye’deki ticari kaygılar da göz önünde bulunduruluyor ama o konu başka bir şekilde işleniyor: Dünyanın hip şehirlerinde stil tutkunlarının giymeyi seçtiği bu özel parçalar, Boyner Fresh etiketiyle, ciddi ulaşılabilir rakamlarla, sınırlı sayıda müşteri ile buluşacak. Yani geçen hafta sonu satışa giren o harika püsküllü siyah ceketi kaçırırsanız, üzülürsünüz. Keza mağazayı bir dahaki ziyaretinizde –aynı sezon içinde- bambaşka parçalarla karşılaşacaksınız. Yani bir kere daha altını çizmek gerekir, bu zamana kadar ülkede yapılan en vizyoner işlerden biri Boyner Fresh projesi. Dünyanın takip ettiği, parça odaklı alım-satımın, sezonsuz gardıropların Türkiye ayağı. 




Ayşe’nin seçtiği kıyafetler, altı ülkeden otuz yedi tasarımcıyı bir araya getiriyor. İleride Türk tasarımcılar da olacak mı sorusuna şöyle cevap veriyor, “Çok istiyoruz. Yalnız şöyle bir şey var; şimdi çalıştığımız tasarımcılar çok hızlı. İstediğimiz siparişi bize hemen teslim edebiliyorlar. Yani öyle “high-fashion” markalarda olduğu gibi siparişimi veriyim, altı ay sonra alayım diye bir şey yok, üç ay içinde elimizde. Boyner Fresh’in özelliği biraz da burada, hızlı olmasında, trendleri hemen yakalamasında. Bu hıza ayak uydurabilecek markalar olursa, neden olmasın?”
Sohbetin arasında, üzeri kelebek desenli, elbise ve pantolondan takım olarak kombinlenmiş parçalara, Kate Moss’u kıskandıracak payetli bir gece elbisesine ve vegan kürke takılıyoruz. Ben her bir kombinin içinde Ayşe’nin kendisini bizzat görebiliyorum. Hatta o tasarlamış olsa, bu kadar olur diye düşünüyorum. “Bir tek ben değilim ki böyle giyinmeyi seven. İnsanlar bu tarz kıyafetleri bulamadıkları için giyemiyorlar,” diyor heyecanla. Böyle giyinmek derken? Nasıl biri bu Boyner Fresh kadını? “Tarz olarak tek bir tarza sahip değil aslında. İçinde bir çok kadın var. Ama hep, özellikli parçaları seviyor. Farklılığı detaylarda arıyor. Yani bu parçalar farklı hissetmek için birebir ama pişti olmak da çok zor! Çünkü her biri farklı şekilde kombinlenebilecek parçalar. Boyner Fresh kadınının marka takıntısı yok. Klasik moda kalıplarına takılmıyor. Rahat, özgür, yenilikçi, yaratıcı. Kendini ana akımdan ayırmaya çalışan ve ne istediğini bilen bir kadın.” “Seni mi tarif ediyor bu kadın acaba?” diye soruyorum, gülüyor. “Umarım! Bu şekilde tanımlanmayı isterim. Yani bir şey çok modaysa giymek istemem mesela. Ama farklı olayım derken, göze batmak ve ilgi çekmek de istemem.”

Bu zamana kadar hiç mi stil hatası yapmadı merak ediyorum. “Röfle yaptırdığım bir zaman bile var,” deyip, gülerek anlatmaya başlıyor, “Kardeşim geçen gün birkaç fotoğraf bulmuş, onları gösterdi. Kendisi şu an bohem giyinen, entelektüel tarza sahip bir insan. Fotoğrafta üzerinde daracık bir kot, küçücük tuhaf bir çanta, gözlerde abartı makyaj.... Benim de üstümde ona benzer bir şeyler... Herkesin tıpa tıp aynı giyindiği dönemlerden ben de geçtim. Herkes Barbour mont, Harley Davidson giyer... Ben Harley ve Lacoste çantaya karşıydım mesela ama Timberland bot ve Barbour mont giyerdim ki o da babamla dağ taş gezdiğimiz için. Üniversiteden sonra çok fazla hata yaptığımı söyleyemem.” Peki ya şimdi? Katıldığı davetlerde ya da sokakta fotoğrafları çekiliyor. Kendini beğenmediği oluyor mu? Bu soruya cevap vermeden önce, “özel hayat” sınırlarına girdiği için duraksıyor biraz, uzaklara bir yerlere bakıp, sonra kaküllerinin arasına saklanarak cevap veriyor, “Hayır... Artık o kadar umurumda değil.” Sonra bir anda daldığı yerden çıkıp gülerek anlatmaya başlıyor, “Bazen çekilen o fotoğraflara bir bakıyorum, üzerimdeki o kadar da iyi görünmüyor. Ama sonra diyorum ki kendi kendime, ben evden çıkarken aynaya baktım ve gayet iyi görünüyordum!”





Giyinmek üzerine fazlasıyla düşünülen, düşünülmemiş gibi görünsün derken bile kafa patlatılarak giyinilen, biraz daha “az sahici ve –mış gibi yapan” bir moda çağındayız, malum. Ama Ayşe her zaman cool, kesinlikle çok eğlenceli ve çabasız görünüyor bir şekilde. Peki bu nasıl oluyor? “Giyinirken hiç düşünmüyorum. Çok rahatım. Kıyafetlerim kolay parçalar ama hep bir özellikleri var. Ama alırken mesela, bunun yakasındaki kesim fark yaratıyor, mutlaka almalıyım! diye düşünmüyorum tabii. Beğendiğim şeyi alıyorum sadece.” Bu söyledikleri stil sahibi olmanın tamamen içsel olduğunu, zorlamayla olmayacağını bize bir kere daha kanıtlıyor, öyle değil mi?  Stil anlayışı bu olan, deneyimli bir iş kadının kanatları altındaki bir markanın başarısından şüpheniz olur mu peki? Ayşe Boyner’in yarattığı Boyner Fresh markasının göbeğinde, kıyafet sevgisi ve derin bir yaratıcılık yatıyor tüm saflığıyla. İsmini markayla bağdaştırarak koleksiyon çıkarmak, iş birliklerine imza atmak kolay değildir. Bu zamana kadar yapılan benzeri işler, beni ve benim gibi bir takım “takıntılı” tipleri rahatsız etmiştir hatta, markanın kendisinden bile soğutur. Fakat Ayşe’nin girişimi, geçmişteki ve devam eden iş birliklerini, markasının önüne geçmeye çalışan bazı tasarımcıların verdiği o güvensizlik hissinin çok ötesinde bir yerde. Onun bir koleksiyona küratörlük yapıyor olması hiç bir şekilde rahatsız etmiyor, aksine tüm samimiyeti ve profesyonelliği sayesinde daha fazlasını istemenize ve onu daha çok merak etmenize sebep oluyor. Yani uzun lafın kısası, Ayşe Boyner’in stili de kendisi de nadir rastlanacak kadar “gerçek.”

Grazia 23-29 Eylül 2015

PERFORMANS MODASI




Sanat ve moda ilişkisi eskimiş bir şarkıydı ama New York moda haftası ile yeniden hortladı. Sektör ustası François-Henri Pinault bu durumu “modanın sanatı sömürmesi” olarak değerlendiriyor. Sahi, kimin kime ihtiyacı var?  

Kanye West’in merakla beklenen defilesi, ben bu yazıyı yazmaya başlamadan hemen önce bitti. Şimdilik Instagram’da #yeezyseason2 hashtag’li 18 video, 26 görsel ve Twitter’da akmaya devam eden tweet’ler var. En çok konuşulan başlıklardan biri, West’in renk hikayesini anlatmak için kullandığı farklı ten renginde modeller, ikincisi ise modanın sanat ile ilişkisi. (Tasarımcı Kanye, iki sezondur sunumları için performans sanatçısı Vanessa Beecroft ile çalışıyor.)
Moda sanat mıdır? Olabilir mi? Ne cüretle olabilir! Modacıların sanat ile olan ilişkileri, ilham minvalinde bile olsa, yeni bir durum değil. Peki bu eskimiş argümanda ne değişti de hala konuşulmaya devam ediyor? Son birkaç günde, sanat ve moda arasında şunlar oldu: Givenchy, Marina Abramovic performansıyla, farklı dinlerden ve kültürlerden seçilen şarkılarla sergiledi koleksiyonunu. Opening Ceremony defilesinde New York City Ballet dansçıları, “podyumdaki monotonluğu kırmak için”, koreografisi yapılmış hareketlerle yere düştü. Tom Browne’un modelleri sandalyelere oturdu, performans anlaşılmadı ama bu Browne için önemli değildi çünkü bu sayede kıyafetlerine daha çok dikkat çekti. Phillip Lim’in mekan yerleştirmesindeki toprak adaların küratörlüğünü sanatçı Maya Lin yaptı. 

Daha önce de söylediğim gibi, moda ve sanat ilişkisi yeni değil ama artık sunumlar, sanatçılara –neredeyse rol çalacakları kadar- teslim ediliyor. Dünyanın en büyük pazarlarından ikisi olan sanat ve moda arasındaki çıkar ilişkisi, başka bir boyuta geçiyor. Modanın sanatçılarla olan işbirlikleri sanatçının global olarak tanınmasını sağlıyor, bu bir gerçek. Mesela, Louis Vuitton işbirlikleri olmasa, Yayoi Kusama ve Takashi Murakami dünya çapında isim yapıp, ana akıma inebilirler miydi? Moda sanatı daha “moda” bir hale getirdi diyebiliriz belki de. Moda dünyasının krallarından, Kering CEO’su François-Henri Pinault, geçen yıl yapılan lüks konulu bir sempozyumda, modanın saygı görmek için “sanatı sömürmemesi” gerektiğini söylüyor ve başarı için, tasarımcıların aynı kendi çağlarını en iyi şekilde yansıtan yazarlar ve ressamlar gibi olmaları gerektiğini vurguluyor. Şimdi önümüzdeki tabloda, tasarım anlamındaki yaratıcı yetersizliğin sanatla kapatılmaya çalışıldığını gördüğümüzü söylersek, yanlış olmaz. Moda ve sanat aynı alanı paylaşıyorlar artık. İkisi de hiç olmadığı kadar sokakta ve çağdaş hayattan ilham alıyor. Ama bugün, sanat müzelerden çıktığından beri, moda onun yerine girmeye çalışıyor. Lüks, sanat ile bir araya getiriliyor, bu şekilde değer kazandırılıyor. Sanat ve moda arasındaki ilişki her zaman sağlam olmalı. Ama her ikisi de ayrı disiplinler. Sanatın ana akıma inmek için modaya, modanın ise blogger’ların ve sokak modasının normalleştirdiği kimliğinin yeniden ciddiye alınması ve saygı görmesi için sanata ihtiyacı var. Tüm bu zorunlu hamleler yapılırken, tek ihtiyacımız olan biraz samimiyet.

Grazia 23-29 Eylül 2015

ASLI’YA DAİR




Nazım Hikmet’in hayat felsefesini özetleyen, buram buram özgürlük kokan, bu aralar okumaya en çok ihtiyacımız olan şiiri “Yaşamaya Dair”,  Aslı Filinta’nın tasarım anlayışının ışığında, bir koleksiyona ilham oluyor. 

Bir etkinlikte daha, yaratıcı kesimin yeni yuvası Soho House’dayım ama bu defa terasta, "members only" bir davette. Akşam güneşinin büyüsü, tüm kızıllığı, pembesi, turuncusuyla ve şehrin gri dokusunun çirkinliğini saklayan ihtişamıyla, girişte misafirleri karşılayan Aslı Filinta parçalarına müthiş bir fon yaratıyor. Akşam güneşi, sanki neyin arkasında durduğunu bilirmiş gibi. Ve Akşam Güneşi hem bir Reşat Nuri romanı, hem de bir Orhan Gencebay şarkısı. Aslı’nın koleksiyonunun ilhamı da, Nazım Hikmet’in hayat felsefesini özetleyen “Yaşamaya Dair” şiiri. Bundan neredeyse bir yıl önce, Floransa’da karşılaşıyoruz Aslı’yla. Henüz yeni başladığı bu koleksiyondan ilk o zaman bahsediyor. “Doğru mu yapıyorum, bilmiyorum bir yandan da diyor.” Komünizmin göbeğinden doğan saygın bir şairi ve tüketim tanrısı kapitalizmin biriciği modayı bir araya getirmek, belli ki tamamı içsel olan bir endişe bırakıyor üzerinde. Fazla takıldığını düşündüğümü söylüyorum. “Nazım olsa, ne düşünürdü?” sorusunu kendine sormasının yersiz ve boş kaldığı bir dönemde yaşadığımızı hatırlatıyorum, kendimden emin olmayarak. Hem bu fikrimi hem de Aslı’nın bir kere daha hayatına dokunan bir kimliği nasıl sahiplenip, gece gündüz onunla yatıp-kalkıp, yine nasıl doğru bir “esinlenme” ortaya çıkardığını görmek için, sıra sıra dizilmiş kıyafetlerin önüne dikiliyorum. 

YAŞAM DETAYLARDA GİZLİ
“Batarken ufukta bir akşam güneşi,” cansız mankenlerin üzerindeki kıyafetlerin her biri, -DJ Kaan Düzarat’ın çaldığı Türkçe sözlü hafif müziklerin eşliğinde- şiirin satırlarını canlandırıyor miskin miskin. Şiirde geçen tanımlamalar, kolları arkadan bağlı gibi görünen detaya sahip bir uzun kabana, beyaz gömleklere, kadifeden takıma dönüşüyor. Nazım Hikmet’in hapishane yılları, parmaklıkları anımsatan kadife şeritlerden parmaklıklara dönüşmüş, kıyafetlere iliştirilmiş. Mimar Ceren Şişik’in “yaşamı anlatan” fotoğrafları, şairin özlemini duyduğu doğanın çarpıcı anları, desen halinde kumaşlara uyarlanmış. Zarif “zeytin dalları” yakalara, askılara iliştirilmiş. Farklı materyalleri bir arada kullanmak Aslı Filinta’nın imzası niteliğinde. Bu koleksiyonda da aynı şey geçerli; kadife, dantel, ipek, pamuklular, yün ve kaşmir tasarımcının her zaman hedeflediği zamansız ama yaratıcı ve özgün parçalara hayat veriyor. Tasarımcı, bir ilham yuvası olarak gördüğü ve markasının kimliğine işlediği Türk kültüründen dengeli bir şekilde nasıl ilham alınabileceğinin dersini veriyor adeta. 

GLOBAL VİZYON
İdil Ergün’ün çektiği kısa film, tasarımcının kültür ve tarih gözlemlerinden yaratarak ortaya çıkardığı tasarım anlayışını, doğanın içine işliyor. Hem koleksiyon yaklaşımı hem de marka tanıtımı konularında her zaman yenilikçi olmaya özen gösteriyor Aslı Filinta. Bu sanatsal dokunuşla, vizyonunu ve anlayışını, global sektör ile birlikte hareket etmeye gösterdiği özenin bir kere daha altını çiziyor. Yaşamaya dair işler çıkarıyor tasarımcı, yaşanmışlıkların önünde saygıyla eğilerek ve mütevazılığını koruyarak. İşte tam o noktada Nazım Hikmet’in bu çok etkilendiği şiiriyle buluşuyor. Yaşamak yanı ağır bastığından, onu hayata bağlayan yaratıcılığını yapmayı bildiği en iyi şekilde yapmaya çalışıyor. Bir sincap ciddiyetinde yaklaşıyor hayata. Nazım Hikmet gibi, başka türlü bir kaosun içinde, yaratıcılığına sığınıyor. Yıldızların arasında bir yıldız olmak istediği. Her daim ışıldayan hem de hiç ölmeyecekmiş gibi görünen parçalar yaratmak. 





Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                                en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
                               diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                       hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                       yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 

Nazım Hikmet

Grazia 23-29 Eylül 2015 

9 Eylül 2015 Çarşamba

INSTAGRAM BLOG’A KARŞI




Dergiler, online yayınlar, bloglar ve sosyal medya... Hepsi hep birlikte toplu bir metamorfozdan geçiyor. Kim kazanacak kim kaybedecek henüz belli değil. Peki Instagram moda blog’unu cidden öldürmüş olabilir? 

Olup biten her şeyi 7/24 görmemiz ve bilmemiz gerekiyormuş gibi bir saplantımız var artık. Herkes her şeyi, mümkün olduğunca hızlı ve en hap halinde bilmek, görmek ve paylaşmak istiyor. Zamanında paylaşmayı başka bir boyuta taşıyan bloglar, moda dünyasına girdiklerinde pek sıcak karşılanmamıştı. Özetleyecek olursak dergi grubu -bir sınıf kavgasından mı bilinmez- onları dışladı. Dergi camiasının hala daha kavramakta güçlük çektiği internet ve sosyal medya dünyasını hepimizden çok daha iyi anlayan blogger’lar, sektörün bir parçası ve onlar da son zamanlarda bir takım değişimlere ayak uydurmaya çalışıyorlar. Mesela Instagram’ın blog’u öldürdüğünü düşünüyorlar mı? 

BİLİRKİŞİLER NE DİYOR?
Fashion On Board blogunun sahibi Rüya Büyüktetik, insanları tek karede yakalamaya çalışmanın yaratıcılığını canlı tuttuğunu söylüyor. Ancak bu kareyle merakını gideren bazı takipçinin, blog'u ziyaret etmediğini de ekliyor. Blog’un ölmeyeceğine çünkü kemik bir kitleye sahip, köklü paylaşımlar yapılabilen bir alan olduğuna inanıyor. Ferhan Talib nam-ı diğer Iconjane, olabileceklere açık. “Moda görsele dayalı bir sektör. Blog kültürü de micro-blogging kavramıyla yara aldı ama ölmedi. Mesela sosyal medya mecraları, Google'ın arşivleme özelliğine sahip değil. Ama ileride böyle bir özellik sunarlarsa, her şey değişebilir,” diyor. Blogunu zengin içerik paylaşımı için kullanan, Instagram’ı da bir galeri gibi gören Koray Caner, fotoğraflara bakan ama asla okumayan neslin moda blog’larını kurcalama hevesinin biraz azaldığını söylüyor. Instagram’ın pek çok dijital "şey" gibi bir trend olduğunu, blog’larların ise ileride birer kaynak olarak kullanılabileceğine değiniyor.  

PASTANIN KAÇ DİLİMİ VAR?
Sektörün perde arkasından, L’appart PR’dan Stephanie Goossense, “Türkiye’de, Instagram moda blog’larını öldürüyor. Aralarındaki takipçi farkından anlayabilirsiniz. Markalar, blogları tercih ediyor çünkü daha kapsamlı ve detaylı bilgilendirme veriliyor. Öte yandan endüstri genel olarak bunu kabul edemiyor. Çünkü insanlar artık bilgiye hızlıca sahip olmayı, kolay okunabilir ve anlaşılır olanı istiyor,” diyor. 
Instagram, sektörün her alanında oyunu değiştirdi, ürün yerleştirme ve marka tanınırlığında ne kadar işe yaradığını kanıtladı. İlan verenlerin dijital satışla ilgili düşüncelerini değiştirdi. Ama hala markanın tam hikayesini anlatabilmesi için yeterli gelmeyebiliyor. Sosyolojik büyüsünün dışında Instagram, sosyal medyanın bir parçası ama pastanın tamamı değil. Ama sık sık yaptığı güncellemeler ile kendini diğer mecralarla daha çok yarışabilir hale getiriyor. Her şeyin bir politikası var, modanın da. Ve o şimdilik özgürlükten ve ihtiyaca göre içerik sağlamaktan yana. Moda içeriğinin formu her anlamda ve neredeyse her gün değişiyor, sektör de. Dolayısıyla hep gözü açık olmalı ve takip etmeye odaklanmalı.

Grazia, 9-15 Eylül 2015

2 Eylül 2015 Çarşamba

GİYİLEBİLİR TEKNOLOJİ MODA OLABİLİR Mİ?



Apple iWatch’a olan büyük ilgi, giyilebilir teknolojinin moda olduğunun bir göstergesi mi yoksa bu heyecan sadece iPhone’un rüzgarından mı kaynaklanıyor, merak ediyorum. 

Geçenlerde İstanbul'un yeni gözde mekanlarından birinde yemekteyim. İlk defa gittiğim bir yer, dolayısıyla tüm gözlemciliğim üzerimde. Kim ne giymiş, etrafta nasıl tipler var diye bakınırken, dikkatimi bir şey çekiyor. Neredeyse tüm erkeklerin kolunda Apple iWatch var. Bir giyilebilir teknoloji ürünü bu kadar ana akıma düşmüş olabilir mi? Yoksa bu süper ilgi, bulunduğum havalı mekandaki 'seçilmişlerle' mi ilgili? Bu Apple iWatch'luları dev Google glass'lı hayal ediyorum ve cool'lukları ortadan kalkıyor. Ama aslında Google glass -şu an sanki hiç böyle bir icat yapılmamış gibi davranılsa da- hiç şüphesiz giyilebilir teknolojinin en iyi ve en çok konuşulan örneklerinin başında geliyor. Şimdi Apple’ın akıllı saati piyasaya çıktı ama Samsung’unki çoktan buralardaydı. Bu arada saatler genelde erkekler tarafından tercih ediliyor, biz kadınlaraysa pastel renkli fitness bileklikleri kalıyor. 

Ortada net bir şey var ki, geleneksel moda teknoloji ile evlenmekte ‘giyilebilir’ anlamda güçlük çekiyor. Opening Ceremony’nin hazırladığı şık bileklik, Tory Burch’ün elinden çıkan kol bandı ve Diane Von Furstenberg defilesinde modellerin taktığı gözlükler dışında, verebileceğimiz en ‘fashionable’ giyilebilir teknoloji örneği hala Hüseyin Çağlayan’ın kıyafetleri ama zaten onlar da ‘sanat’ kabul ediliyor. 

Peki Google glass tüm çirkinliğine rağmen Net-A-Porter’da bile satmaya başlamışken ne oldu? Giyilebilir teknoloji neden yine modanın dışında kaldı? Nedeni aslında çok basit. Teknoloji şirketleri modayı anlamaya çalışıyorlar ama bu zor oluyor çünkü iki farklı dünyaları var. Dilleri, estetik anlayışları, çalışma şekilleri ve değerleri birbirinden çok farklı. Eğer şuan piyasadaki giyilebilir teknoloji ürünlerine bakacak olursak, neredeyse hepsinin planlama, sağlık ve fitness odaklı olduğunu görüyoruz. Bir çoğu kendimizi daha iyi tanımamız, daha iyi insanlar olmamız, daha zayıf olmamız, daha akıllı, daha hızlı ve daha etkili olmamız üzerine tasarlanmış. 

Giyilebilir teknoloji ile ilgili unutulan şey, her markanın ürünlerini kendi dünyasında yaratıyor olması. Eğer giyilebilir teknoloji gerçekten herkesin peşinde koştuğu bir şey haline gelecekse, modayı kalbinden değiştirmeli. Yine de son birkaç yılda yenilikçi yaratımlar, 3D baskı ya da lazer kesim gibi üretim teknikleriyle moda dünyasında değişimlere sebep oldu, hızlı modaya ayak uydurmasına teknik olarak yardımcı oldu. Ama teknoloji kıyafetlerin İçine girdiğinde daha radikal şeyler olması gerekiyor. Moda dünyasının unutmaya başladığı yaratıcılık faktörü de tam olarak burada devreye giriyor. 

Grazia 2-8 Eylül 2015

YENİ MAKSİMALİST


Tam da minimal olmak sıkıcı sayılmaya başlayacak kadar popüler bir hale dönüşmüşken, daha fazlası geldi. Moda dergilerinin Eylül sayıları, eski bir trendin güncellenmiş ve çok daha eğlenceli bir haline işaret ediyor. 

Aslına bakarsanız sadece minimalist değil, maksimalist yaklaşımlar da moda dünyasında sıkıcı bir hale gelmeye başlamıştı. Şöyle ki, tasarımcılar sanki kadınların hayatlarından kopmuş ve yaşayışlarından habersiz, başka bir gezegenden sesleniyor gibiydi. Glam denen şey memelerde, popolarda, bacaklarda, tüylerde ve püsküllerde yaşayabiliyordu. Neyse ki bir şeylerin değiştiğine dair sinyaller gelmeye başladı. Moda dergilerinin yabancı edisyonlarının Eylül sayılarında, kapakta ya da iç moda çekimlerinde vurgulanan eski bir dosttu: ‘Gösteriş geri döndü! Yeni normal, cesur ve şok edici görünümler! Daha fazlası hiçbir zaman yetmez!’ Tamam. Evet, bu vurguların her biri, her Eylül kapağına yazılan, yenilenmeyi, yeniliği işaret eden neredeyse klasikleşmiş kalıpları hatırlatıyor ama bu defa cidden durum farklı. 

Üst üste giydirip ‘styling’ yapmayı, ya da rengarenk parçalarla gözleri şok etmeyi en minicik stylist’ler bile yapıyor artık. Şimdi sonbahar koleksiyonlarıyla birlikte, minimalizmin ve maksimalizmin bir arada yer aldığı, her iki dünyanın da birbirini dışlamadan kabul ettiği bir karma doğuyor. Örneğin Philo’nun Celiné koleksiyonundaki çeşitlilik, kendini farklı renk ve dokularda gösteren büyük pançolarla, onlarla giyilen büyük çantalarla gösteriyor. Mandalina büyüklüğündeki pon ponlar, boa’lar ve ipek, kadının bin bir yüzünü bir arada gösteriyor. Bu kadın hem sade, hem sofistike, hem akıllı, hem eğlenceli, hem de gösterişli. 

Kalıpları ve sınırları istemiyor artık dünya. Herkes kendisi gibi olmak istiyor. İçindeki çocuğu ve kadını aynı anda göstermek istiyorsan, işte bu harika! Ve geleneksel ve köklü markaların -Loewe, Maiyet, Carven, Schiaparelli, Yves Saint Laurent, Christian Dior, Vionnet ve Rochas gibi- dünyanın yeni ruhuna ve dolasıyla modanın yeni sistemine ayak uydurması işte hep bu yüzden. Genç ve yeni yeteneklerle kendilerini gençleştiriyor ve onları sınırlayan geleneksel kısıtlamalarından kopup yeniliğe kanatlanıyorlar. 

Yani bu yeni eksantrik, otantik kadın, bulduğunu üzerine geçirmiş bir moda kölesi gibi görünmüyor, içinden geldiği gibi giyiniyor. Ve tam olarak bir kere daha, moda değil, gerçek stil ve otantiklik kazanıyor.

Grazia 2-8 Eylül 2015