28 Ekim 2015 Çarşamba

STATÜ MESELESİ



Giyinmenin öylesine bir eylem olmadığı konusunda hala hem fikir olamadıysak, dikkatinizi iki parçaya çekmek isterim. Rahat ayakkabılar ve külotlu çoraplar, sandığınızdan çok fazlasını anlatıyor olabilir. 

Stilin, moda aşkının ve giyinmeyi sevmenin dışında, statü sembolüdür kıyafetler. Ama şimdi giysilerin kişinin önüne geçmesi değil, mütevazı görünmek moda. High-fashion ve low-fashion’ı birbirine yedirmek “in”. Etiket haysiyeti “out”. Artık herkes, gerçek olanın ve hikaye yaratanların peşinde. Tüm bunların farkında olsanız da, iki sıradan görünebilecek seçim, statü hevesinizle ilgili satır arasında çok şey anlatıyor. 
Phoebe Philo’nun başını çektiği rahatlık sendromu, terlikler ve spor ayakkabılarla birlikte girdi dünyamıza. Moda ahalisinin yüzüne bakmadığı Birkenstock’lar bir anda moda oldu mesela. Alt kültür ikonu Vans ayakkabıların her yıl artan popülaritesini hayretle izliyorum. Beyaz spor ayakkabıyı bir ara sadece hipster’lar giyerdi, hatırlar mısınız? Şimdi Adidas Stan Smith ve beyaz Reebok, Nike’yi bile solladı. Stil sahibi olmak, acayip moda. Kendi elimizle kayıt altına aldığımız hayatlarımızdaki en önemli şey, görsel anlamda tatmin edici olmak. Sosyal medya sayesinde herkes, 15 saniye ve katlarında, bir nevi ünlü olmanın tadına varıyor. Buna ek olarak, moda sektöründe çalışmak da, ünlü olmakla ilişkilendiriliyor. Fakat her zaman, beklenen standartlarda iyi görünmek çok zor, çünkü hayat pahalı. Özellikle de ayakkabılar! Sokak modası fotoğraflarında gördüğünüz tipler gibi görünmek, tepeden başlayıp aşağı inene kadar çok kolay. Sıra ayakkabılara gelince, eğer ayağınızdaki bir “statement shoe” değilse, stil gurularınca ciddiye alınmayabilirsiniz. Çünkü ayakkabı bir görünümü yükseltmek için tek başına yetebilir, ama tüm emeğinizi çöpe de atabilir! Ve tam o noktada spor ayakkabılar yetişiyor imdada. Yaratılan yeni görsel algıyla, yani spor trendiyle, sadece bir spor ayakkabıyla cool moda insanına dönüşmek çok kolay! 
Yüksek moda klanına kabul edilmek için ikinci görsel oyunsa külotlu çorap giymemek. Kışın çorapsız olduğunuzda, bloklarca yürürken çok üşümüş ya da toplu taşımayı kullanmış bile olsanız, az önce Uber’den inmişsiniz hissini tek hamlede verebiliyorsunuz. Sosyal statünün yanında, fiziki olarak da sınıf atlıyorsunuz: Bacaklarınızı gizlemediğinize göre, mutlaka pilates ya da yoga yapıyor ve taze orman meyveli yulaf ya da avokadoyla güne başlıyorsunuz.  
Aynayı globalden kendimize doğru döndürecek olursak, estetik algının git gide yok olmaya yüz tuttuğu bir toplumda, insanların görsellikle ilgili bu kadar endişeleniyor olması insanın içine su serpiyor bir yandan. Herkesin yaşamak istediği kendine. Efsane kostüm tasarımcısı Edith Head’in bir lafı vardır, “Eğer doğru giyinirseniz, hayatta istediğiniz her şeye sahip olabilirsiniz.” Kıyafetler ve giyinmek anlamsız değildir. Aksine, kapı açmanın dışında, direkt ya da dolaylı olarak hep bir anlam gizlidir altında. Hangi kapıdan girmek istediğiniz ve ne mesaj vermek istediğinizse, tamamen sizin elinize. Ya da giysilerinizde mi demeli?

Grazia 28 Ekim-3 Kasım 2015  

21 Ekim 2015 Çarşamba

OYUNU SEVEN SAYSIN



Oy ve Ötesi oluşumunun derdi, özgür iradenin seçim sonuçlarına doğru yansıması. 1 Kasım Pazar günü televizyon karşısında seçim sonuçlarını izlemekten başka bir planınız yoksa, gönüllü olmamanız için hiçbir engel yok. Demokrasi çok güzel, gelsenize! 

İki hafta önce, ilk defa sandık müşahitliği yapmak için sandık.oyveotesi.org adresine tıkladım. Kayıt sistemi görev alacağım ilçeyi sorduğunda, Kadıköy’ü işaretledim. Gönüllüye en az ihtiyaç duyulan yerlerden biriydi büyük ihtimalle ve bunu çok iyi biliyordum. Başka bir ilçeyi yazamadım çünkü stres eşiğimin düşük olmasından, seçim günü sandık başında endişeme yenik düşmekten korkuyordum. Kaydımı tamamladığım saniyede, Kadıköy’ü işaretlediğime pişman oldum. 
Oy ve Ötesi ekibi gönüllüleri ile yapacağım röportaja giderken, telefonum çaldı. Arayan bir “gönüllüydü”. Bana Kadıköy’den çok, diğer ilçelerde daha fazla ihtiyaçları olduklarını söyledi. Görev yerimi Pendik olarak değiştirdiğimde içime dolan huzuru ve gerçekten bir şeyler yapacak olmanın mutluluğunu, Oy ve Ötesi ekibinden Müge Murat ve Zeynep Sanıgök’e anlattım. Anladım ki yalnız değilim, hatta daha doğrusu yalnız değiliz.  

Gönüllü olmak istememin altında gizlenen o korku ve endişeye bir tek ben sahip değilim, değil mi?  
Müge Murat: Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. İlk defa okul sorumlusu olduğum okul, yaşadığım Kağıthane’ydi. Kağıthane’de benim gibi çok az insan var, tehdit var ama bana ihtiyaç da var. Aldığım eğitimlerde Oy ve Ötesi’nin çok ısrarlı olarak altını çizdiği noktalar, kendime güvenmemi sağladı. Çünkü genelge ve kanunlara göre hareket ettiğimde, kimsenin bana bir şey yapamayacağını, canımın sıkılmayacağını ve aslında orasının tehlike arz etmediğini gördüm. Okul sorumluluğundan ilçe sorumluluğuna geçtim sonra. 30 Mart’ta Kağıthane’de okul sorumlusuydum. Dolayısıyla endişeni ve psikolojini çok iyi anlıyorum. Bu endişeyi bir çok gönüllümüz yaşıyor. Ve aslında tam o noktada birleştirici bir unsur haline geliyor sandık. Seninle aynı fikirde ya da karşıt görüşte olduğun insanlarla aynı amaç için bir araya geliyorsun ve aslında herkesin, süreçlerin düzgün gitmesi için çaba sarf ettiğini anlıyorsun. Provokasyon olsa bile çok hızlı bir şekilde eritiliyor ve müdahale ediliyor. Kimse için bir risk yok yani. İki seçimde de 43 ilde var olarak bunu test ettik. Bu arada elbette herkesin güvende olması bizim için çok önemli. Herhangi bir endişemiz varsa, o sandık başında bulunmamayı tercih ediyoruz ama bu zamana kadar böyle bir endişemiz hiç olmadı. Ortak bir çaba için uğraşıyoruz. Bilgisizlikten, tecrübesizlikten hatalar olabiliyor. Ama zaten elinizdeki 135 No’lu genelgeyle, kendi konforunuzu yaratmış oluyorsunuz.

Peki şimdi sandık gönüllüsü olduktan sonra, sırada neler var? Seçim günüm nasıl geçecek? 
M. M.: Kayıttan sonra başvuru sorumluluğunnuza göre bir üstünüz sizinle iletişime geçiyor ve sonrasında -en azından bir defa- eğitimlere, aktivitelere katılmanız gerekiyor. Seçimden bir gün önce müşahit kartınızı alıyorsunuz. YSK nezdinde kayıtlı olmadığımız için, diğer partilerden aldığımız kartları kullanıyoruz. Birkaç alternatif sunuyoruz size. O gün kendinizi hangi kartla rahat hissedecekseniz onu seçiyorsunuz. Seçim günü öncesindeki eğitimlerde, o gün ne yaşayacağınızı anlatıyoruz. Şarj aletinden, yiyeceğinize kadar size önerilerimiz oluyor. Seçim gününde göreviniz tüm süreci takip etmek. Sabah 06.30’da göreviniz başlıyor. Tutanağınızı aldıktan sonra sorumlunuza iletiyorsunuz ve göreviniz tamamlanmış oluyor. Altını çizdiğimiz en önemli şey, herkesle iyi ilişki içinde olmak. Usulsüzlükler olabiliyor, ama bu gibi durumlar için de “call center”ımız ve gerekirse avukatlarımız var. Herkes için günün iyi geçmesini sağlıyoruz. Gün sonunda eve gittiğinizde bir de T3 yapmanızı bekliyoruz. 

T3’ten bahseder misiniz?
Zeynep Sanıgök: Yaptığımız iki iş var aslında. Gün içinde işlemleri gözlemlemek, caydırıcı etkimiz. İkinci aşamada ise sonuçları kendimiz topluyor ve resmi sonuçlarla karşılaştırıyoruz. T3 (Türkiye Tutanak Teyit -3’lü doğrulama-) yine gönüllülerimizin yazdığı bir yazılım. Tutanakların en önemli noktası, işlem sonuçlarının doğru girilmesi, yani onları dijital ortama aktarabilmek. Bunu en az üç kişinin doğrulaması üzerinden yapıyoruz. Gönüllüler gün sonunda tutanakları sorumlulara teslim ediyorlar ve ilçelerde belirlediğimiz tarama merkezlerinde taramaları yapıyoruz. Türkiye’nin ya da dünyanın herhangi bir yerinden T3’e giren kişi bu tutanakları ekranında görebiliyor. Sağ tarafta sonuçların girildiği basit bir ara yüz var. Bir dakikada yirmi tutanak girilebildiğimiz basit ve hızlı bir sistem bu. Girişlerin doğru olduğundan nasıl emin oluyoruz? Bahsettiğim bu birbirinden habersiz üç kişi, aynı sonucu giriyor. 7 Haziran seçimlerinde 128.000’in üzerinde tutanak topladık. 

Geride bıraktığımız seçim ve bu seçim arasında nasıl bir fark var sizin için?
Z. S.: Geçen seçimlerde 55.000 gönüllümüz vardı be bu defa bu sayıyı geçeceğimizi ön görebiliyoruz. Seçim varsa biz de varız, diyerek devam ediyoruz. Sandıklarda bulunarak seçimleri şeffaf bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. 
M.M.: Ülkenin şu anki durumu hepimizi endişelendirecek düzeyde. Gönüllülerimizle çalışırken birlik ve beraberliğin altını çiziyoruz her zaman. Her partinin oyunu koruyoruz evet ama partiden çok seçmenin oyunu korumak için varız. Herhangi bir endişemiz yok. Aynı şekilde korumaya devam edeceğiz.

Sosyal medya ekibiniz de çok sıkı çalışıyor. Onlar da gönüllü öyle değil mi? 
M.M.: Evet, metin yazarımızdan tasarımcımıza kadar tamamen gönüllülerden oluşuyoruz. Kalabalık bir ekip değiliz ama herkes çok özveriyle çalışıyor. Bu sadece küçük bir ekibin başarısı değil, bizimle sahada yer alan gönüllülerimizin emeği çok büyük. Sosyal medya iletişimimiz en güçlü kanallarımızdan biri. Özellikle bu seçimde sosyal medya üzerinde daha çok varız. “Koyverme Oy Ver”, “Boy Verme Oy Ver” ve Cumhurbaşkanlığı seçimindeki kampanyalarımızla dijital reklamcılığı ve markaları geliştiren ekipleri ödüllendiren Mix Awards’a baş vurduk ve Sivil Toplum Kuruluşu dalında birincilik aldık. Yaptığımız işin taçlandırıldığını görmek mutluluk verici. 

Özellikle apolitikler için çok büyük bir fark yarattınız, umut oldunuz. Size dahil olan insanlarda nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?
M.M.: Tarafsız ve bağımsız bir kuruluşuz. Bizim içimizde politik görüşü ne olursa olsun, oyunun nereye gittiğinden emin olmak isteyen insanlar var. Apolitiktik değil ama kendisinin doğru temsil edilmediğini düşünen kişiler de var. Bu duyarlılıkla ilgili. İnsanlar duyarlı olmak istiyorlar. Yalova ile birlikte sayarsak dört buçuk seçimdir, insanlar gönül rahatlığıyla gelip gönüllü oluyor. 
Z. S.: Gönüllülerimizin büyük bir kısmı kadınlardan ve gençlerden oluşuyor. Biz belki de insanlara, politik olmadan endişelerini giderebilecekleri bir kanal açtık diyebiliriz. Bu bir başlangıç oluyor onlar için. En önemli farklardan biri bu. Olumsuz bir hava içinde bile, bir sandıkta bulunarak fark yaratabileceklerini görebiliyorlar. İnsanı güçlendiren ve cesaret veren bir iş bu. Sayımız 110.000’i aştı. Bu aslında çok ciddi bir rakam. 
M.M.: Öğrenilmiş çaresizliği bitiyor gönüllü olanların. Büyük bir zincir olan “Ne değişebilir ki?” sorusu kırılıyor. Ve o kırıldığı anda umut yeşermeye başlıyor. Hiçbir şey bir günde olmuyor. Yanlış giden bir şeyler var doğru ama buna müdahil olabilecek de bir sürü insan var. Evde otururken ya da brunch’ta kahve yudumlarken, “bu ülke böyle gelmiş böyle gider” demekle olmuyor. 

Böyle bir toplumda gitgide büyüyen gönüllü bir ekip, sihir gibi geliyor bana. Bu noktaya gelmeyi nasıl başardığınızı düşünüyorsunuz?
M.M.: Tek olmadığını, yalnız olmadığını anlıyorsun. İlk Hilton toplantısına gittiğimde, benim gibi bin kişiyi görüp, “Vay be!” demiştim. Görevli olduğum okula acaba 15 kişi görevli olabilir mi diye düşünürken, fazla bile geldiğimize şahit oldum. İyi bir şey yaptığını görmek, dahil olmak, günün sonunda kafamı yastığa koyduğumda doğru bir şey yapmış olduğum hissiyle uyumak ve tüm bunlardan doğan o enerji, senin sihir dediğin şey olabilir belki de. Aynı hassasiyette insanlar bir araya geliyoruz, yani kimse birbiriyle yabancı değil aslında. İnsan eliyle bir şey yapıyoruz. Pandora’nın kutusu gibi açıldı ve o her neyse devam ettiriyormuşuz gibi. Ve duyarlıysan, bundan zaten kopamıyorsun. 
Z. S.: Yalnız olmadığını hissetmek çok önemli. Seninle aynı özveride birçok insan olduğunu ve bu sayının gitgide çoğaldığını görünce, insan kendini çok iyi hissediyor. Evrensel bir ortak noktada buluşuyoruz aslında. Geçen seçim sonrasında Diyarbakır’dan, Batman’a, Adana’ya, Urfa’ya kadar gittiğim yerlerde ilk defa tanıştığım gönüllülerle, yıllardır tanışıyormuşum gibi hissediyorum. Demek ki ihtiyacımız olan, bir şeyler yapmakmış.

Grazia 21-27 Ekim 2015

UNUTMUYORUM, UTANIYORUM


İnsan işini yapmaktan, gülmekten, mutlu olmaktan ne zaman utanır? Yaşamanın bile fazla geldiği, haksızlığın en can acıttığı zamanlardan birinde, utancımı paylaşmak istiyorum. Çünkü galiba nasıl hissettiğinizi biliyorum. Bir çocukluk anısının ve Levent Kırca’nın yardımı dokunabilir. 

Dün dergiye uğradım. “Ben en iyisi yazmayayım köşe yazısını” dedim. Kimse aksine ısrar etmedi zaten, “OK” dediler. Mutlu olmaktan, ettikleri Pazar kahvaltısından utanmaktan bahsediyorlardı. Bir yandan iş maillerine bakıyorlar; sayfa onayı gelmiş, çekim yeri belli olmuş, röportaja ben gider miymişim...  Ülke gündemi merkezli sohbetlerine yön verense, bir Twitter fenomeninin kehanetleri; ne demiş, ne olacakmış, daha çok insan ölecek miymiş.... Sonra Yayın Direktörü Işık, ortam yumuşasın diye, oğlu Ali’den bahsetmeye başlıyor ama konu Ali’nin geleceğine ve oradan yine bugüne geliyor. Çıkışta metroya korkarak biniyorum. Daha iki gün önce bombalar patlamış, sayısını hala daha tam bilmediğimiz kadar ölü var. Biri 9 yaşında mesela, ben özellikle onu hatırlayacağım ve hiçbir zaman da unutmayacağım yüzünü. “Metroya bomba koyacak olsalar, Seyrantepe’ye koymazlar herhalde,” diye düşünüyorum. “Boş burası... Burada bomba patlasa ne olur ki?” Sonra düşündüklerimden, kendimden utanıyorum. Hala kafamda, köşe yazısını yazıp yazmama sorunsalı var. İş bu sonuçta. Profesyonel olmak lazım. Hayat devam ediyor falan... Hassasiyetimi, yapmadığım bir sayfayla mı göstereceğim? İçimden gelmiyor yazmak. Geliyor, sonra kursağımda kalıyor. Berbat bir utanç sarıyor. Ayıpmış gibi sanki işimi yapmak ya da iyi hissetmek ve bazen de kötü hissetmek. Mesela Demirtaş’ın konuşmasını izlerken, göz yaşlarımı tutamıyorum. Sonra yine utanıyorum! Hayır, sen kimsin ki ağlıyorsun diyorum. Sen mi öldün? Tanıdığın mıydı ölenler? Aklımdan geçen her şey yüzünden, yine kendimden utanıyorum. 

Eve gidiyorum, koltuğa oturur oturmaz elime telefonu alıyorum. İnsanlar Instagram paylaşımlarına başlamışlar. Ayıp mı? Ne bileyim! Çok kızgınım, onu biliyorum. Bu arada Levent Kırca ölmüş. Annemler ve arkadaşları izlerdi. Çok gülerlerdi, gülerken düşünürlerdi, sonra da üzerine çok ciddi konuşmalar yaparlardı. Ciddi olduğunu anlardım, çünkü babam normalde sigara içmezdi. Ülkede sorunlar vardı ama Cuma akşamı AKM’de buluşup, klasik müzik konserine gitmek için plan yapamayacak kadar da sorun yoktu. Ya da yokmuş gibi davranılabilecek kadardı sorunlar. İstedikleri yaşamak, iyi hissetmekti. O zaman AKM vardı. Yıl 1993. Annem ve babamın evlilik yıl dönümü. Onlar eve gelmeden masayı hazırladım, süsledim, salata yaptım, ikisine de kart yazdım. Bu bir sürprizdi. Eve geldiklerinde ne benle ne de masayla ilgilendiler, yemeklerini alıp televizyonun karşısına geçtiler. İnanamamıştım. Evlilik yıldönümlerinden daha önemli ne olabilirdi? Çok sevdikleri Kırmızı Koltuk’un tekrarı vardı televizyonda. Birkaç gün önce ölen Uğur Mumcu’nun son röportajını izliyorlardı. Canları sıkkındı. Evde kitapları vardı Mumcu’nun, sohbetlerinde hep adı geçerdi, onu sevdiklerini biliyordum. Arabası havaya uçmuştu, böyle ölmüştü. Evlilik yıl dönümünden önemliydi yani. Mutlu hissetmeyi bir kenara koymamız gereken zamanlar olduğu fikri, tam o zaman yerleşti bana. 

Twitter’a baktığınızda, eğer akışı sizi bir şizofren gibi hissettirmiyorsa, bu ülkede yaşamıyorsunuz demektir. Üstteki tweet’te Amy Schumer’ın Saturday Night Live skeçlerinden birinin olduğu linke tıklayıp kahkahalar atmak, hemen altındaki tweet’te Ankara Barosu’nun İçişleri Bakanı, Vali ve Emniyet Müdürü hakkında suç duyurusunda bulunduğunu görmek, insanın birkaç saniyede asabını bozabiliyor. Başka bir tweet’te, “Bu gece evinde, sokakta, parkta #tenceretava’nla #SesÇıkarHayatDursun” diye sesleniyor @eylemnerde. Aklıma bir Levent Kırca skeci geliyor. Oya Başar karısı rolünde, “Niye yakıp söndürüyorsun ışığı? Kafayı mı yedin?” Cevap veriyor yatmaya hazırlanan Kırca, “Yahu biz birkaç sene önce ışıkları yakıp söndürerek bir şeyler yapıyorduk. Bunu niye yapıyorduk, hatırlıyor musun?” “Ne biliyim ben! Belki Galatasaray tur atlamıştı onu kutluyorduk. Yok, yok elektrik zammını mı protesto ediyorduk?” Ve mini bir tirat geliyor Kırca’dan, “Her şeyi ne kadar çabuk unutuyoruz. Ya da o kadar çok şey oluyor ki, bir öncekileri unutmak zorunda kalıyoruz. Bu kadar çok unutursak sürekli karanlık olur.” 
Zamanla unutmak ilaçtır, bir lütuftur derler ama bazen de değil. Beraberinde cehaleti ve kaybolmayı getiren unutmaya, utanmayı tercih ediyorum. Sanki böylece, kendimi daha “insan” hissediyorum. 

Grazia 21-27 Ekim 2015



14 Ekim 2015 Çarşamba

DÖNÜŞÜM ZAMANI



Saint Laurent defilesinin ön sırasının hemen önünde, yere bağdaş kurarak oturmuş bir sıra izleyici vardı. İstanbul Moda Haftası’na örnek olması gereken bu görüntü bazılarını korkutsa da, sektördeki değişimin ne kadar heyecan verici olduğunun göstergesi

Mudo, kendini yeniden kodlamaya karar verdi. Dünya değişiyordu, yeni bir kadın modeli vardı, ayak uydurmalıydı. Bunun için gözü her zaman yeniyi takipte olan, sektörün en saygıdeğer tasarımcılarından birine, çok kıymetli Gamze Saraçoğlu’na kreatif direktörlük teklif etti. Dünyayı hep bir-iki adım geriden takip eden -ve kimi zaman da yetersizlikler sebebiyle geriden takip etmek zorunda kalan- Türk moda sektöründeki bu önemli hareket, devamının gelmesiyle çok şeyi değiştirebilir. Vizyon eksikliği, korku, eleştiri kabul edememek ve yeni başlayanın üç sezon sonra “olgunlaştığını” düşünmesi, markanın/tasarımcının ilerlemesini engelleyen en önemli sebepler sayılabilir. Oysa modanın doğasında evrilmek, büyümek var. Bir markayı güçlendirmek için başka fikirlere, başka ‘kafalara’ ve eleştirilere açık olmak ezikliğin ve zayıflığın göstergesi değil, vizyon ve yeniliğin getireceği başarının ateşleyicisidir. Uzun lafın kısası, tüm bunların farkında olan Mudo bu hamlesiyle sektördeki gücünü ve vizyonunu gösterdi. Bu arada markanın Erkek Giyim Müdürü Giray Sepin’in Mudo için yarattığı mini koleksiyon ise, yine markanın benzerleri için örnek alınası bir hamle. 

Peki kreatif direktör cidden ne işe yarar? Dünya modasındaki son dönem kreatif direktör atamaları ne anlama geliyor? Yves Saint Laurent, 1957 yılında 21 yaşındayken Christian Dior’un başına geçtiğinde, kreatif direktör konsepti sektöre sızdı. Amaç netti: büyümeyle birlikte sürdürülebilirliği koruyarak markanın yeni izleyicilerle tanışmasını sağlamak. Bu tavır bugün tüm markaların, özellikle de lüks olanların, kalbinde yatıyor. Markanın geleceği ellerinde olan kreatif direktörlerin güçleri tartışılmaz. Sadece atanma haberleri bile, daha iğne kumaşa değmeden markanın değerini arttırıyor. Veteran direktör Karl Lagerfeld ise en zoru gerçekleştiriyor. 1983’ten beri, eski müşterileri korkutmadan, her geçen yıl yeni hayranlar ediniyor, bir yaşam tarzı sunuyor. Başka bir deyişle önümüze getirilen yeni yaşam tarzına, Chanel kadınını adapte ediyor. Seçilen kreatif direktör, markanın vizyonunu da gösteriyor aslında. Kimi markalar ilk başta beklenmedik görünen, daha az duyulmuş isimleri seçiyor ve ne kadar cesur olduklarını, büyümeye ne denli açık olduklarını gösteriyorlar. Yves Saint Laurent gibi bazılarıysa, Hedi Slimane gibi “asi” bir isimle, markanın yaratıcısının içinden taşmış olan o özgür ve umursamaz ruhu yeniden uyandırıyor.

Kreatif direktörün başarısının temelinde markayı iyice anlamak ve amacını kavramak yatıyor. Atölye arşivleri, onları ileriye taşıyan en önemli kaynak. Tutturulması gerek en kıymetli şeyse geçmiş ve gelecek arasındaki denge. Onun işi bir ürün tasarlamaktan çok fazlası. İçinde pazarlamayı, reklam stratejisini, satış planlamasını, defile formatını barındıran, geniş bir alan bu. Şimdi dünya hiç olmadığı kadar hızlı dönüyor. Esneklik ve cesaret, hayatın her alanında ihtiyacımız olan en öneli şey.

Grazia, 14-21 Ekim 2015

7 Ekim 2015 Çarşamba

KIYAFETİN KADAR GERÇEKSİN



Bu soru, bu defa sokak modası fotoğrafçısı Scott Schuman’dan geliyor. Selfie Toplumu’nun, modayı nasıl etkilediğini merak ediyor. Moda, her geçen yıl biraz daha mı özünü kaybediyor yoksa başka bir şekle mi bürünüyor?

Milano moda haftası defileleri devam ederken, The Sartorialist Scott Schuman, Prada defilesinden bir fotoğraf paylaştı Instagram’da ve altına şöyle yazdı, “Prada, Marc Jacobs, Gucci, Saint Laurent gibi sektöre yön veren tasarımcıların ortaya çıkardıkları işlerin bu kadar pullu, parıltılı ve hayali görünüyor olması dönemimizle ilgili ne anlatıyor, merak ediyorum. Acaba bu, kendini olabildiğince “ışıltılı” göstermeye çalışan, içinde yaşadığımız Selfie Toplumu’nun bir yansıması mı?” Ününü, sokakta gördüğü otantik stil sahiplerini fotoğraflayarak kazanan, bir defasında Türkiye’ye geldiğinde fotoğraflayacak kimseyi bulamayan Scott Schuman, sokak modasını “sokak modası” yapan isimlerin başında geliyor. Sorgulattığı şey, sektör içindeki ve takipçisi bir çok kişinin, son zamanlarda en çok odaklandığı, “gerçeklik” kavramının bir uzantısı. 

Dünya, her anlamda karanlık bir dönemden geçiyor. Ama özellikle internetin bize hissettirdiği özgürlük, güçlü bir umut hissi de barındırıyor bir yandan. Schuman’ın bahsettiği o capcanlı Selfie Toplumu ve onun podyumdaki yansıması, yeni pozitif dönemi karşılarken kuşanılmak istenen yüksek enerjinin bir aynası mı? Ya da içinde yaşadığımız karanlık çağdan, moda sayesinde bir kurtuluş mu? Şaşalı görünümler, yenilik ve tazelik eksikliğini maskelemek için mi kullanılıyor yoksa? Bu abartılı dekorasyonlar, bir tür şaşırtmaca mı? 
Daha önce, moda ve sanatın birbirine olan ihtiyacından doğan, yeni ilişkilerini sorgulamıştım, modanın sanatı “sömürmesinden” bahsetmiştim. Yaratıcılığın sonuna gelindiği noktada, sanata başvuran modaydı konumuz. İhtiyaçtan doğan bir alışveriş var o ilişkinin temelinde. Schuman’ın sorguladığı da aslında, sanat ve moda arasındaki gibi benzer bir “ihtiyaç” kavramıyla ilgili. 

“Anında görüntü” medyasıyla savaşıyor moda. Tek bir karede tüketilmek istemiyor ve bu yüzden daha çok detaya başvuruyor şimdi. Ve daha çok detay, bir tasarımcı parçasına ya da görünümünün tamamına, daha çok dikkat edilmesine yardımcı oluyor. Değer, artık neredeyse zamanla ölçülüyor. Sıradanlaşan moda, ilgiye muhtaç. Öz, içerik, gerçeklik, esas olan yok oluyor her geçen yıl. Moda,  yaratıcılık yetersizliğini ve eksikliğini, bol makyaj ve bol ışıltıyla kapatmaya çalışıyor belki de. Ve Schuman’ın altını çizdiği gibi biz, özünde stil değil saf tüketim olan, “ama stil sahipleriyle” Selfie Toplumu’nun ikonlarıyla baş başa kalıyoruz. 

Selfie jenerasyonunun bir yansıması Schuman’ın bahsettiği kıyafetler. İçinde narsisizmi ama hemen yanı başında da isyanı barındıran, “bana bak!” diye bağıran, über-modern bir anlayışın temsili. İyi ya da kötü olduğunu kimse söyleyemez. Her zaman kendi manifestosunu yazan, modern kültür aynası moda –çok anlamasa da- sosyal medyayla bir alışveriş yaşıyor şimdi, eskimemek için çağa ayak uydurmaya çalışıyor. Ona ihtiyacı var ama ondan güçlü olduğunu göstermeye de. Schuman’ın adını geçirdiği o yön veren tasarımcılarsa, bu ikisi arasındaki müthiş dengeyi sunuyor. Bu oyunda şimdilik, kazanan ya da kaybeden yok. Zaman bir kere daha, kimin gerçek değere sahip olduğunu gösterecek. 

7-13 Ekim 2015