24 Haziran 2015 Çarşamba

LÜKSÜN ADI YOK









Eşsiz bir deneyim mi bizi eşsiz kılar? Yoksa eşsiz bir ürüne sahip olmak mı? Ya da her ikisi de mi? Belki de D şıkkı. Yani hepsi veya hiç biri. 

Geleneksel lüks tanımıyla, sayıca az bir grubun sahip olabildiği parçalara sahip olmanın, kimliğinizi yansıttığını düşünebilirsiniz. Ama şimdilerde, deneyimler ve hayatın tadını çıkarmak lüks sayılıyor. Daha yazının başında neticeye varmışım gibi görünse de, durum o kadar da basit değil. Lüks kavramının geldiği noktayı, yani yeni lüksü psikoloji ile anlatmaya çalışalım mesela. Psikoloji, modern varlıklıların tarafında ama yine de kafası biraz karışık. Şöyle ki, yapılan araştırmalara göre, deneyimler insanlara mutlu olmaları için yetmiyor. Birtakım ‘şeylere’ sahip olmak hem daha fazla mutluluk getiriyor, hem de diğerlerinin bizimle daha çok ilgilenmesini sağlıyor. Daha yüzeysel bir araştırma için, bknz. Instagram. Ama eş dosta yapacağımız başka türlü bir haysiyetin yolu ise artık daha çok, aldığımız bir çift Prada ayakkabıdan değil, Maldiv adalarına seyahat fotoğraflarımızdan geçiyor. (kişiye ve kitleye göre değişir; Los Angeles da olur, Çeşme de.)

LÜKSÜN EVRİMİ
Lüksün maddeden deneyime geçişi, kimliğimizin, olduğumuz insanın aslında daha çok ilgi çekmesine, hatta daha ‘insanlaşmasına’ sebep oldu desem, ağır mı olur? 
Peki bazı akıllı markalar bu ince değişim sürecinde ne yaptı? Bu yeni lüks kavramına moda ötesinde bakmayı başarabilenler, lüksü deneyimle eşitledi. Mesela Missoni, erkek koleksiyon sunumunun devamında, sosyal medyasını sörf kültürüyle gerçek hayata bağladı. Dünya genelinde başarıya sahip olan yeni egzersiz türü SoulCycle, wellness ve sağlıklı yaşamın da lüks klasmanında olduğunun en popüler göstergesi. Eh, tabii bunun yanında ekşi mayalı ekmekler, glütensiz kekler, yerinden getirilmiş kahveler de. 

New York Times’da yakın zamanda yayınlanan bir makale ise, sessizliğin gerçek lüks olduğunu vurguluyor. Ünlü yönetmen David Lynch’e soracak olursanız, kendi adını taşıyan vakfın sunduğu transandantal meditasyon da bir tür lüks. Bana soracak olursanız, her gün yoga yapmaya ayırabildiğim kırk beş dakika da...

Şimdi elbette, lüksün günümüzde geldiği hali yanına da ‘ulaşılabilir lüks’ kavramını alıp, birkaç sosyolog, psikoloğun fikrine danışıp editleyerek, ama azıcık da canınızı sıkarak bir yazıya dönüştürmek kolay iş. Ama bu defa öyle yapmayalım, çünkü lüks galiba artık herkese göre -ve global anlamda da- değişiyor. Örneğin bana kalırsa lüks, artık deneyimde bitiyor. Peki siz, özel hissettiren her şeye lüks diyebilir misiniz? Bu bir an, kumsalda bir yürüyüş, özel bir parfüm olabilir mi? Özel bir parfüm? Yani her şey yeniden ve her zaman, aslında parayla mı ilişkili? Lüksü yakalayıp kendimizi biraz daha konforlu hissetmek için yaptıklarımız, ama öncelikle harcadıklarımız acımasız bir uğraş mı sadece? Ve bu acımasız uğraş, ‘ben’ olmakla, onu hissetmeyi başarmaya çalışmakla mı ilgili? 

KİMLİĞİM HER ŞEYİM
Şimdi yakın zamandan, Joan Didion ve Celiné işbirliğini hatırlayalım. Didion, aslında sadece stil sahibi yaşlı bir kadın değil, Amerikalı kült bir yazar. Yani gördüğünüz o fotoğraflarda hem zevk, hem de entelektüellik hakim. Belki de bu ikisinin birleşimine özetle, gerçek stil diyebilirsiniz. Didion’un kim olduğunun farkında olarak Celiné satın alanlar ne kadardır, bilinmez. Fakat bu durumun içindeki güçlü kimlik etkisini anlayabilirsek, lüksün ruhunu da çözebiliriz belki. Kimlik, lüks markaların satışını artıran ve kitle markaların üstüne çıkmasına yardımcı olan, yani sizde onlara sahip olma isteğini uyandıran en önemli ve yegane şey. Coco Chanel’in kadınlarla, giyinmekle, modayla ilgili söylediği tüm o sözler, Louis Vuitton’un sanatçı birliktelikleri ve hatta Balmain’in Kardashian aşkı, satışlarda ve markaya olan bağlılıkta büyük rol oynayan etkenler. Belki de özetle her şey, kimlik arayışıyla alakalı. 

Yani diyeceğim o ki sevgili okuyucu, eğer buraya kadar gelmeyi başardıysanız, size bir sürprizim var: Modern lüksün ne olduğuna ancak siz karar verebilirsiniz. Çünkü lüks kavramı artık özgür. Kalıplarla işi yok. O sadece satmanın değil, bir hayat tarzı vermenin de peşinde. Onun ruhunda artık, deneyim açlığından, dışa vurum telaşından doğan bir karmaşa var. Belki de artık yeni lüks, kaos ve hareket demek. Ne dersiniz?

Grazia 24-30 Haziran 2015

17 Haziran 2015 Çarşamba

KONFORMİST VINTAGE









Bir Reform değil ama belki de Rönesans. Gucci 90’ların ortasında Tom Ford ile birlikte seksin sattığını keşfetti. Peki 2000’lerde Wes Anderson mı para eder, rock ‘n roll mu? Cevabı, markanın yeni kreatif direktörü Alessandro Michele’in Resort koleksiyonunda ve dolayısıyla bu yazıda. 

Hafızamı tazelemek için YouTube’a dalıyorum. Kilit kelimeleri yazınca, çok aranmadan karşıma çıkıyor video. Keskin hatlı ceketler ve kalçaları saran kadife pantolon takımlar. Mücevher tonlarında saten gömleklerin içinde kıvırtarak salınan Kate Moss ve Amber Valetta görünüyor sonra. Defile alanına seksapel ve serseri bir ruh hakim. Öyle ki backstage’de bir haltlar karıştırmış olduklarından kesinkes emin, o tarafa nasıl geçilir düşünmeden edemiyor insan. Yıl 1994. Tom Ford’un Sonbahar-Kış 1995 defilesi. Şov bittiğinde, kontratındaki yasağı delerek podyuma çıkıp selam veriyor, koleksiyonun iliğine işleyen asiliği bir adım daha ileriye taşıyor. Neredeyse kimsesiz bırakılmış gibi, üzerinde hafif de olsa bir ölü toprağı olan Gucci, Tom Ford ile -aslında bilmeden- yepyeni bir döneme adım atıyor. Ford’un asi ruhu, markanın satışlarını yüzde doksan artırıyor. Ve bir kez daha risk almanın ve alışılmışın dışında hareket etmenin kazandırdığı ispatlanıyor. 
Hem Gucci hem de yeni dönem moda anlayışını değiştiren bu mihenk taşı olay, birkaç ay önce moda evine kreatif direktör atanan Alessandro Michele’i hatırlatıyor şimdi. Gucci altındaki ilk defilesini erkek koleksiyonuyla hazırlayan Michele, bir anda fazlaca negatif yorum aldı. Özellikle heteroseksüel erkeklerin anlam veremediği fırfırlı üstler, kürk parçalar ve hayli feminen diğerleri, androjen görünümü destekliyordu aslında. Üstelik defilenin müziği, Tom Ford filmi A Single Man’in soundtrack parçasıydı. Ancak verilen ‘mesaj’ alınamamıştı. Michele’in doğru isim olup olmadığı konusunda emin olamıyordu moda guruları.  

Bİ' NEVİ KARAKÖY KLANI 
Şimdi ikinci kadın ve erkek karma Resort ‘16 koleksiyonuyla, emin olmayanlardan büyük bir kısmını kendi tarafına çekmeyi başarıyor. Hedi Sliman Yves Saint Laurent’e geçtiğinde “Yves Saint Laurent’imize ne oldu?!” serzenişlerine, korku ve endişeye sebep olan o ilk koleksiyonu hatırlayın. Ve Slimane’ın ‘hiçbir şey yapmamış, yaratıcılık göstermemiş’ olmakla suçlandığı zamanları. Ve hemen ilk sezon sonrasında Zara ve türevleri markalarda askıya inen Saint Laurent benzerlerini düşünün sonra. Onlardan kaç tanesini satın aldığınızı. Ya da olmadı Instagram’ınıza tıklayın,  cool kabul ettiklerimizin hesaplarına bir bakın. Herkesin bir anda simsiyah giyinmesi, kovboy botlar, şapkalar, rock ‘n roll hava, dağınık saçlar ve kâküller ortak bir bilincin ürünü olabilir mi?  
Sosyal medya sayesinde kolaylıkla fark edebileceğiniz gibi, o cool ve asi havaya ek olarak -minimalleri tenzih ediyorum- bir de bir tür Wes Anderson teması hakim. 60’ların ve 70’lerin Gucci’sini hatırlatan, biraz hippi ama sanat düşkünü bir komformist tiplemesi bu. Gucci Resort 2016 koleksiyonu ise, Williamsbourgh’da o açılıştan bu sergiye koşan -tabii bunun Türk versiyonu Karaköy, Galata civarı oluyor- iki arada hayat suyu olan kahvesini yudumlarken Oscar Wilde’ını, Virginia Woolf’unu elinden düşürmeyen ve bu anlarını akıllı telefonuyla sonsuzlaştıran, google’lamak sayesinde her şeyi bildiği fikrinde olan ‘yeni entelektüel’ olarak adlandırabileceğimiz grubun, ağzının suyunu akıtan türdendi, tabiri caizse. Hem ayrı ayrı, hem de tam look’lar olarak son derece başarılı olan parçalar, onlara sahip olabilecek güçteki kadınları gençleştirecek türden. Koleksiyon genel olarak, genç ruhundan dolayı sahip olduğu o mütevazı duruşunun yanında, renk patlaması, floral ve geometrik desenler, dev işlemeler sebebiyle gösterişli ve havalı bir resim de çiziyor. Tüm bu kelimeler bütünde ‘eklektik’i doğuruyor. Gucci, uzun bir aradan sonra nefes alan, canlı, gerçek ve yaşayan bir koleksiyonun arkasında duruyor. 


Y ve Z jenerasyonunu çılgına çeviren yeni Gucci klanı, “aslında moda çok ciddi bir meseledir” söylemeni savunan ya da değişimden korkan klasik mahkumlarının kanına henüz tam olarak giremese de, barındırdığı ‘entelektüel dokunuşlar’ ve naftalin kokulu parçalarla onları da yakalayacak gibi görünüyor. Vintage’a yeni bir yorum getiriyor Michele. Sandık lekesiz, tamir ve daraltma gerektirmeyen, ‘konformist vintage’ onunkisi. 
Hedi Slimane’ın açtığı yolu takip ediyor Gucci. Yaratıcılığın, ancak özgür dışavurumlarla gerçek yüzünü gösterebildiği fikrini savunuyor. Ne de olsa, dünya değişiyor. Değişimin yolu ise cesur olmaktan geçiyor. Ah bir de iyi kopyalamaktan tabii. Vivienne Westwood’un sözleri iyi bir özet niteliğinde, “gençlerin bir yere kadar deneyimleri var ve ortaya çıkardıkları şey, çok iyi olabilir. Ama bunu çok uzun süre yapamazlar çünkü fikirler size öylece gelmez. Fikirleri bir yerlerden almak zorundasınız.”  Ve büyük düşünür Kanye West’in dediği gibi, yapılan işte nereden esinlendiğiniz önemli değil. Daha iyisini yapmış olun, yeter.”

Grazia 17-23 Haziran 2015